Bu sayının kekeleri:
ADA PANCAR, DONAT BAYER, EFE MURAD, ELVİN EROĞLU, LEVENT KARATAŞ, MEHMET DAVUT ÖZDAL, SİNAN ÖZDEMİR

Mehmet davut özdal: ilk kitabından sonra bir suskunluk dönemin oldu bunu neye bağlıyorsun?

Elvin Eroğlu: Ben farkında değildim sustuğumun, çalışıyordum.  Evet, bir şiir yayınlamadım. İlk kitabımla ne yaptığımı anlamaya çalışıyordum. Sen de deneyimlemişsindir, ilk kitabın yayınlanıp da onunla yalnız kaldığında, o şiirler başka türlü konuşuyor seninle. O güne kadar yazdığın şiirlerin ağırlığı, onları yazma derdin her ne ise artık, bunların  özgül ağırlığı değişiyor sanki. İşte o zaman ne yapmaya çalıştığını ve ne yapamadığını görüyorsun. Böyle şeyler düşündüğüm için sessiz kaldım galiba.

Mehmet davut özdal: ilk şiirlerine göre nispeten daha uzun şiirler yazmaya başlamanın sebebi ne olabilir?

 Elvin Eroğlu: Bunu ben de kendime sık sık soruyorum. Kısa şiir çok fazla yoğunluk istiyor. Yani bir bela başına geldiğinde, seni yerle bir edip üzerinden geçtiğinde, şöyle ayağa kalkıp silkindiğinde, başına neden bu belanın geldiğini ve şimdi yerle bir olmuş gövdenin acısını yoğun ve kısa biçimde yazabilirim diye düşünüyorum ama işte insanın başına böyle belalar sürekli gelmiyor. Başka belalar arıyorsun, ararken dizeler üst üste geliyor, ararken kendini buluyorsun, ararken başkalarını buluyorsun. Uzun yazış biçimi uzun bir yolculuğun sonunda edindiğim izlenimlere benziyor. Ben şiiri yazarken de aradığım için bir türlü şiir bitmiyor. Zaten yazarken en çok zorlandığım konu bu, bir şiiri bitirebilmek. Başkalarının bitmiş şiirlerine dönüp dönüp bakıyorum. Aynı şey oluyor, sanki o şiirler de bitmemiş gibi. Zor yani benim için bir şiirin bitmesi.

Mehmet davut özdal: yeşilçam'da en sevdiğin aktör ve aktris kim?

Elvin Eroğlu: Tabii ki Türkan Şoray. Kendisi bir yengeçtir, ben de yengecim. Bana her zaman adını tam olarak koyamadığım duygular bulutunu  çağrıştırır. Adını koyamadığım için bulutlar gibi geçer giderler. Türkan Şoray geçmişte unuttuğumuz güzel bir şeyin bulunması ya da bulutu gibi bir şeydir.

Mehmet davut özdal: hayatta en nefret ettiğin şey nedir?

Elvin Eroğlu: Nefret etmemeye çalışıyorum Memo. Yaşadığım ülkeden, şu gencecik yaşımda gördüğüm yönetimlerden, Türkiye'nin gördüğü zulümden, aklını yitirmiş siyasetçilerden, satılık medya organlarından, ruhunu satmışlardan, moda'nın güzelim sahilinde yürürken yere tükürenlerden, bağıra bağıra küfür ederek konuşanlardan, gülümseyemeyenlerden, sürekli azarlayanlardan, her şeyi bilenlerden, hiçbir şeyi bilmeyenlerden, kendimden, nefret etmemeye çalışıyorum



Mehmet davut özdal:  şiir yazdığın için mutlu musun verdiğin emeğe değiyor mu sence?

Sinan özdemir: Uzun süreler şiir, edebiyat vs. konuşabilmek için onun üst-kavram evrenini de bilmem gerektiğine inanıp bundan ürktüm. Bu şekilde konuya girmemin nedeni 'mutlu' sözcüğünü kullanman. Mesela İlhan Berk şiire mutluluğu hiç yakıştırmaz, şaire de öyle. Elbette şiir düşünme işi. Şair kafa yorarken şen şakrak olacak değil. Cioran bir röportajda Valery'nin yazma nedeninin 'zayıflıktan ötürü' olduğunu açıklamasının hatırlatılması üzerine 'zayıflıktan öte içsel bir sefalet, çöküş' diyor. Fakat yazacağını hissettiğinde, yazdığında yaşanılan mutluluğu sanırım her şair tadıyordur. Yani evet şiir yazdığım için mutluyum, bön olmayan mutluyum. Değme kısmına gelince, beklentiyi sıfırladığımdan beri değmeye başladı yazdığıma. Uzaypedal'ı Ahmet abi ile Ömer abiye teslim ettiğimde kendi kendime dedim ki pdf'i gördüğümde beklediğim karşılığı almış olacağım. Benim okurum, eleştirmenim, ilgim, paylaşımım pdf'imle karşılaşma anımdır. Çünkü beklenti dediğim şey büyük oranda suni bir şey. Bizi ya da beni yazmaya iten şey bir gizli diyalog kurma isteği, bir gizli deme hali. İnsan kendini duymazsa sağırlığı çileden çıkarır onu. Bir 'karşılaşma' umudu da taşıyoruz belki içten içe ama bunu büyütmemek gerektiğini anlamaya başladım.

Mehmet davut özdal: 30dan(30 yaşından) sonra şiir daha mı zor?

Sinan özdemir: Türkiye'de yaşamak yerine yaşamaya çalışmak var. İlk gençlikte bu dediğimle yüzleşmeyi erteleyebiliyor insan. Sonra her şey ağırlaşmaya, uyuşmaya başlıyor. Haplarla ayakta duruyoruz. Şiir de bundan etkileniyor sanırım ama ne yönde? Daha mı zor yazıyorum? Daha az, evet. Daha zor, evet. Sonuç, hiç fena değil, memnunum doğrusu. Fazlalıklardan kurtaran bir yanı oldu 30 sonrasının.

Mehmet davut özdal: baba olmak şiirini etkiledi mi ya da nasıl etkiledi?

Sinan özdemir: Babalık rolüyle değişen bir şey olmadı şimdilik. Daha baba bir şair değilim. Ama deneyimi şiirin önemli parçalarından sayan biri olarak bunun işe yarayan bir yanının olacağı kesin. Mesela 'neydi bu, süprüntüler içeride kaldı' şiiri Alisa'nın yumuşak silikon mama kaşıklarından doğmuş bir şiir. Tabi okumaya, yazmaya, izlemeye daha az zaman kalır oldu ama bu aşılmayacak bir şey değil.

Mehmet davut özdal: şiirin az okunması sinirlerini bozuyor mu?

Sinan özdemir: Demin söylemeye çalıştım aslında. Eskiye göre daha az bozuyor diyeyim :) Şair kadar okur da bir azınlığa ait aslında. Buradan bakınca sinirlenecek bir şey yok gibi geliyor. Ama yine de bunu sorun etmeye devam ediyoruz. Çeşitli nedenleri var. Bura'ya dahil olabilecek daha fazla insan olması gerektiğine inanıyoruz bir kere. Hem de bu kadar ulaşılabilir bir dünyada. Umudun iyimserliğini susturamıyoruz. Şairlerin birbirini okumadığını görmek bir başka neden. Azınlık ifadesini kategorik bir ayrışma imasıyla kullanmıyorum. Fakat çok fazla iç içelik zaman zemin kaybına neden olabiliyor. Kendi dağılışınızı genelin ortalamasına kurban ettiğinizde erozyon kaçınılmaz oluyor. Sinirim bozuluyorsa elimizdekini kaybetmektendir :)

Mehmet davut özdal: kitabına gelelim uzaypedal ne demek, genel olarak bu kitabınla ilgili düşüncelerinden bahseder misin?

Sinan özdemir: Sanırım hiçbir kitabımın adı bu kadar içime sinmemişti. Kitaptaki hemen her şiiri kucaklayan bir tanımlama Uzaypedal. Bir serbest kavram. Kendini temsil ettiği için de birleşik kaynaşık bir ad. 20 yıldır yaşadıklarımız, son 10 yılı çok çok ağır olmak üzere, büyük umutsuzluk ve travmalara neden oldu biliyorsun. En çok istediğimiz şeylerden biri kaçmak. Bunu gerçekleştirmemek sınırsıza şekilsiz gitmeyi hayal ettirdi bana. Uzaypedal, bu durumun adı. Kitabın diline de yansıyan bir özgürleşme hali. Anlamı genişleten, sıçratan bir gevşeme [isteği] . Addan hareketle kitaba dair de konuşuyorum. Uzay zihnimde büyüdükçe çoğuna uzak olduğum bilinenlere sarıldım, gitme ihtimalini en azından bir potansiyele çevirebilmek için. F1 aracından, tornete; scooter, bisiklet, otomobilden, kaykaya... Sabit'e de nanik yapıyorlar tabi bir yandan :) Ayrıntı, deneyim, depresyon, bedenden başlayan çevre kontrolü kitaba çağırdıklarım arasında. Bayağı tanıtım yazımı yazıyorum. Ama hoşuma gitti doğrusu :) Çok da uzatmayayım. Yoğun ve gevşek bir kitap olsun istedim Uzaypedal, yoğun-çözük bir kitap. Şimdilik fena durmuyor bence :) 


Mehmet davut özdal: teorik yazılar yazmaya neden ihtiyaç duyuyorsun, yazdığın şiirin matematiksel sağlamasını mı yapmak istiyorsun ya da ne yapıyorum ben diye bir çeşit sorgulama ihtiyacı mı?

Ada pancar: Teorik yazılar yazmam direkt olarak felsefeye olan ilgimden kaynaklanıyor. Felsefeye olan ilgim ise şiire başlamadan çok önce oluştu. Aslında hepsinin temelinde bilinmezliğe olan arzum yatıyor. Ben böyle karşılaştırmaları sakıncalı bulsam da bir seçim yapmak zorunda olsaydım felsefenin şiirden üstün olduğunu söylerdim. Her felsefeyle uğraşan kişi, her şiirle uğraşandan daha derin bir bilgeliğe sahip demek değil bu. Ama dünyanın en önemli filozofları ile (ki Avrupa felsefesi için konuşursam bu iki filozof benim için 'eflatun-sokrates' ve 'Nietzsche' dir. Bu iki filozofun getirdiği büyük çatışma etrafında dönüyor güncel felsefe.) dünyanın en önemli şairlerini (dünyanın en önemli şarilerini söyleyecek kadar kapsamlı bir bilgiye sahip değilim ancak benim için modern Türk şiirinin en önemli iki şairi Yahya Kemal ve Orhan Veli. Biri idealist bir geleneği diğeri de çekiçle şiir yapmayı temsil ettiği için yukardaki diyalektiğe de karşılık geliyor.) kıyaslasaydım filozofların insanlık adına daha derin ve işe yarar bir bilgeliği bize sunduğunu söylerdim. Şiir daha vahşi ve ilkel bir ifade biçimi felsefeye göre. Tabii bu ona felsefe ile olan yarışında bazı avantajlar da veriyor. İnsanın ilkel, genlerinin hafızasına ait bilgileri daha otantik ifade etmesine yarıyor örneğin. Ancak bu ifadenin kendisinin direkt olarak toplumsal bilince etki etme oranı felsefeye göre az. Felsefe eserlerinin üstüne devletler düzenlenip kuruluyor, şiirin direkt olarak etkide bulunarak kurulmasına önayak olduğu bir devlet yok bildiğim kadarıyla. Şiir milli duygular ifade edebilir tabii, ama hukuk sistemini belirlemek gibi pratik noktalarda felsefenin tavsiyelerini kapmak daha elverişli ve akla yatkındır. İşte bu sebeplerden dolayı kendimde felsefi bir bilinci hep güncel tutmak istiyorum. Yani felsefeyi bir yedek kaçış alanı olarak belirledim kendime. Şiirim tutmazsa en kötü ihtimalle felsefeden devam ederim, orda da iyiyim gibi. Belki çok absürt gelebilir söylediğim ama felsefede şiirden daha iyi olduğumu düşünürüm içten içe. Aslında bu yanılgının bir getirisi olarak teorik yazılarım, şiir ile arama bir mesafe koymamı sağlıyor. Yazmaya çalıştığım şiir duygusal olarak yorucu bir şiir. Kendini teorik bir kontrol mekanizması olmadan tekrar tekrar şiirime maruz bırakırsam benim için yıpratıcı olabilir. Bu nedenle şiirimi biraz dengelemek için, biraz nefes almak için, her şeyin kontrolüm altında olduğunun matematiksel sağlamasını yapmak için teorik yazılarıma veriyorum kendimi bazen. Teorik yazılarım benim hukuki ve etik kimliğimdir. Şiirlerim ise şiire aittir. Şiirin içinde ne olursa olsundur. Etik bir şiir yazamıyorum maalesef, duyguların doğasında etik olmadığı için. Bir hukuk felsefesine ilham olma ihtimali olan doneler içeren bir iki şiirim de olabilir bir diğer yandan. Nietzsche'nin ahlaki soykütükçülüğünün şiirsel dalış olmuş hali gibi. Teorik yazılarım benim için bir garantileme öznesi gibi. Ama iyi şiir yazdığımın garantisi falan değil. Muhtemelen iyi şiir yazmıyorum zaten. Sadece ne yaptığımı bildiğimin bir garantisi, şiirlerimde ne yaptığımı iyi biliyorum çünkü. Şiir yazmayı sürdürdüğüm sürece teorik yazı yazmayı da sürdüreceğim kesin. Buradan direkt olarak son sorunun cevabına atlamamda bir sakınca görmüyorum.

Mehmet davut özdal: şiir senin için vazgeçilmez bir şey mi yoksa günün birinde bırakacakmışsın gibi mi geliyor?

Ada pancar: Şiiri günün birinde kesinlikle bırakacağım. Çünkü günün birinde öleceğim. Büyük ihtimalle ölmeden bırakırım, elimde kalem ve kağıtla vermezsem son nefesimi. Şöyle cevap vereyim: Şiiri günün birinde bırakmayı düşünüyorum kesin olarak. (kesin olarak ölmeyi düşünmüyorum ama.) Şiiri bırakışımı hafifletecek başka alanlara sahibim. Bu alanların geçmem en muhtemel olanı felsefe. Bunun dışında çizim ve satranç gibi hobilerim de var. Düz yazı (kısa hikaye, roman vs.)yazmaya da açığım, zaten şiirlerimin çoğu düz yazı gibi, ordan da geçmesi kolay olur. Şiirin dikine dikine gitmek, öldürmese de süründürüyor. Hayatçılar için efektif bir yaşam tarzı değil. Daha çileci bir şey var şiirin doğasında, bu da kaçtığım bir şey prensipte.

Mehmet davut özdal: güncel alman şiirini takip ediyor musun dergileri vs

Ada pancar: Güncel Alman şiirini takip etmiyorum. Bir dergi bir de yayınevi var, çok nadiren baktığım. Birisi Avusturya'nın Graz kentinde çıkan ve Burak Acar'ın bir şiirini Almanca'ya çevirdiğim için bana her iki ayda bir bedava postalanan deneysel işlerin ağırlıkta olduğu Silvia Stecher editörlüğünde çıkan Perspektive adlı dergi. Kısa hikayeleri şiirlerinden daha çok hoşuma gidiyor. Belki de daha iyi anladığımdan. Şiirlerini pek beğenmiyorum. Ama zaten Türkçe dergilerde de hikaye ve düz yazıları daha çok beğeniyorum. Belki de anlamadığımdan değildir. Şöyle bir sorsak, kötü şair oranı mı yüksektir, kötü hikayeci oranı mı, hemen hemen herkes kötü şair oranı der. Ben de katılıyorum bu düşünceye ama en doğru sonucu bulmak için anket yapmak lazım, sokakta dolaşıp, pardon siz kötü şair misiniz kötü hikayeci misiniz vs diye. Onun dışında Verlag Haus Berlin diye bir yayınevi var. Bu yayınevine ben Almanca yazdığım şiirleri uzuncana bir tanıtım yazısı ile yolladım, cevap gelmedi. Galiba tanıtım yazım fazla ukalaydı. Aşırı kibar olmaya çalışınca hep bir ukalalığa dönüyor yazılarım. Orda da aynı hatayı yaptım. Ama internet sitesindeki şiirleri okuduktan sonra bu yayınevinin Türkiye'deki Kitap-lık dergisi gibi bir şeye denk geldiğinde karar kıldım. Yani öyle ne idüğü belirsiz, adı sanı duyulmamış Suriyeli, Afgan bir mülteci şair, Kitap-lık'a şiirler gönderse Kitap-lık bunları dikkatte alır mı? Büyük ihtimalle almaz. Ama hemen ırkçı bir sebep aramaya da gerek yok. Belki şiirlerimi iyi bulmadılar. Ama ben şiirlerimi Kitap-lık'a gönderdim, onlar da iyi bulmadı zaten.

Mehmet davut özdal: Almanya'da yaşamak şiirini etkiledi mi ya da nasıl etkiledi?

Ada pancar: Almanya'da yaşamak şiirimi kesinlikle etkiledi. Ama tam olarak hangi yönde bilmiyorum. Çünkü Türkiye ile Almanya arasında gidip gelerek yazdım şu ana kadar yayımlanan şiirlerimin yaklaşık yarısını. Şiir sanatı hayatıma girdikten 4 sene sonra ilk Almanya maceram başladı. Yani sadece 4 sene boyunca saf bir Türkiye'li şair olabildim. Yurt dışında uzun bir süre kaldıktan sonra zaten oluşma aşamasında olan bilincim tamamiyle değişti, başka biri oldum. Almanya'da olmamın şiir açısından birçok getirisi ve birçok götürüsü oldu. Bir teraziye koyup tartarsak sanırım götürüsü biraz daha fazla. Türkçe'nin konuşulduğu doğal dil ortamından Almanca'nın konuşulduğu doğal dil ortamına geçmek Türkçemde bazı yavaşlamalara sebep oldu. Türkçemin akışkanlığı kırıldı. Bu en büyük götürüsü. Bunun dışında belki de 160.Kilometre yayınları ve çevresi hariç zaten pek de dahil olmadığım Türkçe şiir camiasından uzaklaştırdı beni ve kitap okuma yoğunluğumu yüzde 70-80 azalttı. Son 6 ayda sadece bir kitap okudum. Almanya'da olmamın şiirim açısından iki büyük getirisi var. Birincisi Türkçedeki akışkanlığımın azalmasının getirdiği bir mesafe dile. O kadar çok Almanca konuştum ki son 3-4 senede, şu anda bunu yazarken bile yabancı bir dilde yazıyormuş gibi düşünüyorum hafiften. Sanki yaşayanların diyarı ve ölülerin diyarı diye iki diyar varmış da, bir ruh gibi yavaş yavaş solarak canlı Türkçe'nin diyarından ölü Almanca'nın diyarına geçmişim gibi. Almancayı iyi bilmeme rağmen ana dilim olmadığı için, içinde o kadar rahat ve şiirsel hareket edemiyorum. Yani benim için ölü bir dil. Gelgelelim artık Türkçenin içinde de rahat hareket edemiyorum. Ama nispeten daha rahat. Türkçe'ye olan mesafem, buradaki gurbetçi Türkçesiyle (ki yarı Almanca yarı Türkçedir) birleşince iş iyice şenleniyor ve dil garip bir yaratığa dönüşüyor. Mesela geçen burada kariyer danışmanı olarak çalışan Türk bir arkadaşımla konuşuyordum. Arkadaşımın işi, işsizlere devletten maaş alıp yan gelip yatmasınlar diye iş bulmak. Ağırlıklı olarak göçmenler yapıyor bu yan yatıp devletten para alma işini. (Fırsatını bulunca ben de yaparım muhtemelen. Umarım Alman Göç İdaresi da  baddest okumuyordur çünkü hiç iyi karşılamaz böyle sözler. :P) Neyse, bu arkadaşım iş ve işçi bulma kurumunun gönderdiği çalışmak istemeyen Bulgar kökenli Türk bir teyzeyi ikna etmeye çalışırken teyze bir anda şöyle demiş;

OO, beni hayatta çalıştıramazlar, sen merak etme, bir 'krank basarım' 6 ay kitlerim.

Arkadaşım orda çalıştıkça öğreniyor ki, Türk göçmenler arasında çok yaygın bu terim; 'krank basmak'. "krank" Almanca hasta demek. "krank basmak" da doktora gidip çalışamaz raporu almayı ifade ediyor. Türk teyzeler ve amcalar doktordan doktora koşup kendilerine krank bastırtıyorlar. Krank basıp işsizlik parasıyla Türkiye'ye gelen mi dersin krank basıp kıraathanelerde takılanlar mı dersin... Ama ilginç olan şu ki Alman devleti o kadar gönlü bol bir devlet ki bunlara içten içe göz yumuyor. Bunlar göçmendir, aman terörist falan olmasınlar, bize bileylenmesinler, ayda üç yüz beş yüz atarız bunlara sıkıntı yok, yeter ki bela çıkarmasınlar gibi düşünüyor. Biraz da gevşek tutuyorlar sistemi bence, kaynaklarının sömürülmesine müsaade ediyorlar. İşsizlere verdikleri üç beş kuruş koymayacak devlete, bunun da farkındalar tabii. Konumuza dönecek olursak, krank basmak deyimini burada öğrendim mesela, beni etkiledi ama bunu bir deyim olarak şiirimde henüz kullanmadım. Muhtemelen de kullanmam. Kimlikler ve hukuk arasındaki ahlaki çelişkiler beni daha çok ilgilendiriyor. Tabii krank basmayı öğrenmem de büyük getiri.

Almanya'da bulunmamın şiirim açısından ikinci büyük getirisi Türkiye'nin dertlerinin yanı sıra Almanya'nın dertlerine de ortak olmam. Başka bir seviyede olsa da her yer gibi buranın da kendi dertleri var. Kimileri bu dertlerin daha evrensel olduğunu iddia edebilir. Büyük oranda da haklıdır. Belirli bir refah seviyesini geçen toplumların dertleri biraz daha soyut ve kavramsal bir hal alıyor. İlginç olan şu ki buradaki bazı Almanlar bile Türkiye'nin halini dert ediniyor. Kendi dertleri iyi kafa yapmadığı için dert ithal ediyorlar. Bunu da galiba Zizek söylemişti bir yerde. Ben de Türklüğümü kaybetmemek için burada Türk istihbarat örgütüne çalışıyormuş gibi hissetmeye çalışıyorum. Gizli bir görev için buradaymışım gibi. Burada oluşan toplumsal bilinci Türkiye'ye aktarmakla görevlendirmişler beni. Belli bir oranda da Alman hayranıyım tabii. Almanya'da uzun süre kalıp öyle olmamak mümkün değil.



Mehmet davut özdal: Günümüzde yazılan şiir için ne düşünüyorsun sence türk şiiri nasıl gidiyor, umutlu musun gelecek için?

Levent karataş:  Dağınık bir vizyonda yazılsa da 'bir' şiir varmış gibi geliyor bana. İyi şiir ya da kötü şiir.
Rimbaud olmak kimsenin umurunda değil. Benim de değil! Hep içime atıyorum.
İçime atmaktan gına geldi. Rilke de unutuldu. Şiire öncülük edene selâm!
Kendimden umutluyum. Tartışmalara katılmıyorum
Sıkılıyorum…

Mehmet davut özdal: 2021 nasıl geçti genel olarak sana göre?

Levent karataş: Sıkıcı. Nefret ettiğim iktidar istasyonlarına tosladım.

Mehmet davut özdal: beşiktaşı tutma nedenin nedir?

Levent karataş: İlk gençliğim, âşık olduğum semt, Serencebey terbiyesi, ruhum, takımım, 'bir de şöyle düşünmeli' diyen çArşı, kıkırdağım yatak, Orhan Gencebay dinlediğim pijamalarım, mafyayla ilk karşılaşma, cesaret, cüretkârlık, gezip-tozma, Beşiktaş'ı tutma nedenim, Bir Yaz Gecesi rüyâsı falan filan feşmekân.
En önemlisi güzel günler! Okay Temiz konseri bom bili bili bili bom! Sevan Ataolu dansı, Açıkhava Tiyatrosu… Nedenler çoğalıyor!

Mehmet davut özdal: bir trilyon karşılığında şiiri bırakmanı isteseler bırakır mısın?

Levent karataş: İstediler. Beni de zengin yapmayı planladılar ama vazgeçtiler! Dolayısıyla artık tekliflere açık değilim! Hiçbir zaman da açık olmadım.
Düşünmedim değil gençtim. Ama benden trilyoner olmaz. Olsa çoktan ölmüştüm. Fakir olmak isteyen trilyonerler var!

Mehmet davut özdal: Cüneyt Arkın hakkında ne düşünüyorsun?

Levent karataş: Yılmaz Güney'e saygısı yüzünden de seviyorum ben o artisti. Ama rollerine yüzde elli benzeyen bir doktor.
Bu yüzden yüzde elli sevgim ona. Kibrit kırdığı filmdeki karakteri olmak isterdim!

Mehmet davut özdal: burcun nedir ve en beğendiğin aktris kimdir?

Levent karataş: Akrep. Audrey Hepburn.



Mehmet davut özdal: senin için önemli olan Türk şiiri mi yoksa genel olarak şiir mi?

Efe murad: Bilmem, şiir yazma ve üretme süreci diyebilirim. Süreçte olmak güzel, çünkü süreçte olmanın ayrı bir güzelliği var.Dünyadan çıkış yollarından sadece biri.

Mehmet davut özdal: genelde çok uzun yazıyorsun, ki uzun yazmayı severim gibi bir şey demiştin bir sohbetimizde, bunları insan okuyacak diye düşünmüyor musun peki?

Efe murad: Uzun da yazıyorum kısa da... Hatta son dönemde yazdığım şiirler gayet kısa ve yoğun. Yazma ve okuma birbirlerine eklemlenen edimler, uzunu kısası yok, hayat boyu okumak ve yazmak ne güzel, zaten uzun ve kısalar birbirlerine eklenince bir hayat, bir uğraş çıkıyor...

Mehmet davut özdal: pound okuma performansından sonra kaç saat uyudun, performans sonrası ulan ben ne yaptım gibi bir pişmanlık hissi oldu mu?

Efe murad: Performansın ortasında -ki Türkiye saatiyle sabah dokuz gibiydi, ara aldım. Yaklaşık on saat durmadan okuduğum için sesim çatallandı ve ara almanın doğru olacağını düşündüm, yoksa hiç okuyamayacaktım (ama yine sesim iyi dayandı). Yaklaşık beş buçuk-altı saat uyudum ve sonra kalkıp beş-altı saat daha okudum. Zımba gibi kalktım (adrenalinden de olabilir). Performansın 24 saatte bitmesini planlıyordum, düşündüğümden yaklaşık bir saat kadar fazla sürdü.

Mehmet davut özdal: Amerika'daki dergilerde şiir yayınlıyor musun oradaki durumundan biraz bahseder misin?

Efe murad: Harvard Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin peripheries adlı bir dergisi var, en son orada bir şiir ve Susan Howe dosyası için Batı Sınırları'ndan yaptığım Türkçe bir çeviriyi yayımladım. Amerika'daki dergilerle çok bir iletişimim yok. Amerika'daki şiir havuzu
ve grupları çok parçalı ve dağınık, ülke desen devasa, iletişim sorunu var. Zaten burada çıkan birçok dergiyle kan uyuşmazlığım
olduğu söylenebilir.


Mehmet davut özdal: şairlerin öldükten sonra bazı özel metinleri de kitap haline getiriliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsun yazdığın mektupların (mail ya da) vs. sen öldükten sonra yayınlanması senin için rahatsız edici bir şey mi?

Donat bayer: Özel metinlerin ortalığa dökülmesi elbette sorunlu ancak bu tip metinler bir defa okuyucuya sunulduktan sonra ben okumam deyip görmezden gelmek zor. Bir şekilde eserlerini sevdiğimiz kişileri tanıma isteği ağır basıyor sanırım. Ne mutlu bir eseri yaratıcısından bağımsız düşünebilenlere! Ben onlardan değilim. Son bir kaç yılımı Thomas Hardy üzerine yazılmış, ulaşabildiğim her şeyi okuyarak geçirdim. Hala da okumaya devam ediyorum. Bu süreçte cilt cilt mektuplarına dalmaktan da alıkoyamadım kendimi. Hardy'nin mektuplarına ulaşabilmek için bir yazımı bir şehirden diğerine sahaf peşinde koşarak geçirdim. Her ne kadar bu gibi metinleri okumanın ardında kişiye olan ilginin yattığının farkında olsam da unutmamak gerekir ki Rimbaud örneğinde olduğu gibi kimi zaman mektup ya da günlük gibi genel okuyucuya ulaşması amaçlanmamış metinler bir kişinin eserini, genel tavrını anlamamıza yardımcı olacak temel kaynakların başında gelebiliyor. Elbette büyük bir eserin kendi başına, her şeyden bağımsız tüm görkemiyle karşımızda ışıdığı gerçeğine gözümü kapamıyorum ama ona ulaşmamızı kolaylaştırabilecek ekstra bir kaynağa neden sırtımızı dönelim? Bana sorduğun soruya gelecek olursak, mektuplarımın vs ardımdan yayınlanmasına tepkim benden sonra tufan olurdu. Nasıl olsa ben bilmeyeceğim.

Mehmet davut özdal: birisi kafana silah dayayıp müzik ya da şiir arasında bir seçim yapman gerektiğini söylese hangisini seçersin?

Donat bayer: Şiir ama müziksiz çok zorlanırdım.

Mehmet davut özdal: sporla aran nasıl hiç herhangi bir sporla ilgilendin mi?

Donat bayer: "Sporla aram iyi değil" demek hafif kalır aramızın ne kadar kötü olduğunu anlatmakta. Hareket etmeyi seven biri değilim. Çoğu zaman yürüyüş yapmak bile fazla gelir bana. Sırf bu yüzden çok hızlı yürürüm çünkü yürüyüş faslının hemen bitmesini, bir an önce gitmem gereken noktaya varmayı isterim. Futbol, basketbol, voleybol gibi top merkezli sporlara özellikle ısınamadım. Su sporları da hoşuma gitmez. Bir dönem buz patenine ilgi duydum, pek kıpırdamadan, neredeyse adım dahi atmadan bir yerden başka bir yere ulaşmayı mümkün kılması cazip gelmişti. Kıpırdamadan spor yapmış olacaktım daha ne olsun! Ama onu da sevmedim. Arada defalarca spor salonlarına yazıldım ama devam edemedim. Sırtım için pilates önerildi. 6-7 ay gittikten sonra sırt ağrısını tercih ettim. Lise yıllarında tenise ilgi duyar gibi oldum ama elime raket dahi alamadan piyano çalanların tenis oynayamayacağını duydum ve o proje de başlamadan bitti. 

Mehmet davut özdal: yaz mı kış mı?

Donat bayer: Kış ama baharı tercih ederim.