Mehmet Davut Özdal: Şiir okumaya kaç yaşında başladın?
Ömer Şişman: Düzenli okumaya 15.
Mehmet Davut Özdal: Kimle başladın?
Ömer Şişman: Cahit Sıtkı, Orhan Veli gibi şairlerle. Orhan Veli'nin "Anlatamıyorum"u. Ardından Cahit Sıtkı'nın "Desem ki" şiiri ilklerden, annem tavsiye etmişti en güzel aşk şiirlerinden diye. Bir arkadaşım âşıktı, bir aşk şiiriyle açılmak istiyordu :)
Mehmet Davut Özdal: Onu mu tavsiye etti annen? :)
Ömer Şişman: Onu söyledi, babam vermiş herhalde zamanında. Onların şiiri esas Melih Cevdet'ten "Rahatı Kaçan Ağaç" idi. Rahatı kaçan ağaç babam oluyor. Favori şiirlerindendi:
Rahatı Kaçan Ağaç
Tanıdığım bir ağaç var
Etlik bağlarına yakın
Saadetin adını bile duymamış
Tanrının işine bakın
Geceyi gündüzü biliyor
Dört mevsimi, rüzgârı, karı
Ay ışığına bayılıyor
Ama kötülemiyor karanlığı
Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin.
Ömer Şişman: "Desem ki" de bu.
Sonları fantastikti, mahşer oluyor filan:
Desem ki
Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini
Ormanların en kuytusunu sende görmekteyim
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm
Sende tattım yemişlerin cümlesini
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin.
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgarla nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi fark edemezsen
Rüzgârların nehirlerin kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme müsterih ol
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum
Mehmet Davut Özdal: Baban şiir yazar mıydı?
Ömer Şişman: Yazarmış evet. Annem "İyi hoş adamsın ama şiirlerin kötü" demiş, bırakmış o da :) "Anneniz engel oldu bana" diye espri yapardı :) Varlık yıllığına filan girmiş hatta bir şiiri.
Şu şiirini sevmiştim, yoksul üniversite öğrenciliği günlerinde yazmış:
Suyun altı zeytinyağı
Sen
ne dersen de
demesen de
suyun üstüne çıkar zeytinyağı
saman altından gider su
uyur da uyumaz düşman.
Sanırdın,
şimdi zeytinyağları da suyun altından gidiyor ya
özgül ağırlıkları değişti tağşışla
savcı
başlıyor söze
tebdil, tağyır, iskatla
Oysa bilmiyor ki,
o dediğini yapanlar zaten işin başında
ya
okumamış kitabı başından sonuna
ya da
adam geri zekâlı mı ne
Hadi sorun bakalım
ben mi başlayayım anlatmaya
hiç olur mu öyle şey
ya hiç olmamış şeyleri olmuş gibi anlatırsam
ya da olmuş şeyleri olmamış gibi söylersem
söylemez miyim yani
yaptıklarımı yapmadım
yapmadıklarımı da yaptım gibi
nereden biliyorsunuz
Hayır hayır öyle değil
ben hiç gazete okumadım
öyle mi olmuş... Allah Allah... hayret bir şey
ben hiç radyo da dinlemedim ki
neden mi?..
ne gazete alacak param vardı
ne de dinleyecek radyom.
O kadar
Mehmet Davut Özdal: :) Şiir okunan bir evdi yani sizin ev. Senin şiire başlamanı nasıl karşıladılar?
Ömer Şişman: Şiir okunan değil de şiir okumuşluğu olan.
Babam pek kitap okumazdı iş güç gailesinden, gençken okumuş. Necatigil'i mesela. Divan şairlerini bilirdi bir de, duruma göre bir beyit anmayı seviyor o kuşak :) Ama daha ziyade Tek Adam, Suyu Arayan Adam, Kutsal İsyan gibi tarihi roman serilerini okumuş. Hasan İzzettin Dinamo'lar, Şevket Süreyya Aydemir'ler...
Babamın hayatı çocukluktan itibaren zor. 1936 doğumlu. O zamanlar Rize'de çay sanayi yok. Dedem geçimsiz bir denizci. Kaptanla kavga edip Zonguldak'ta inmiş gemiden, orada madende iş bulup ailesini getirmiş. Babamın çocukluğu gençliği Zonguldak'ta geçmiş. Galiba o yüzden Rize'ye bir yakınlık duymuyorum, Zonguldak'a duyuyorum. 9 yaşında girdiği madenden 20 yaşında İstanbul Hukuk'u kazanarak çıkmış. Ölene kadar da ne zaman bir grizu, madende göçük haberi görse sessiz sessiz ağladı, o gün sessiz geçti evde, kalpten bağlıydı madene. O zamanlar çocuk işçi anlayacağın. Babası okutmak istememiş, ortaokula ve liseye başlamadan önce birer sene göndermemiş okula. Babasının madenci arkadaşlarına kulis yapmış her seferinde, n'olur kanına girin, okumama izin versin diye. Babası cumhuriyet düşmanı, kendisi ise cumhuriyet âşığı :) Sıkı bir dini eğitim almış, Kuran'ı hatmetmiş çocuk yaşlarda. Dini bir yaşamı yoktu ama imanlıydı, İslamcıları hiç sevmezdi, kaypak ve takiyyeci bulurdu hemen hepsini. Neyse, işte, sabahları okula gider, öğleden gece yarısına kadar madende çalışır, küçük molalarda derslere hazırlanmaya çalışırmış. Ankara değil İstanbul Hukuk'u seçmesinin nedeni de İstanbul'da iş bulabileceğini, aileye muhtaç kalmayacağını düşünmesi. Nitekim bir yandan okurken bir yandan da garsonluk, cankurtaranlık gibi işler yapmış İstanbul'da. Demokrat Parti'ye karşı olduğunu duyan ailesi de gözden çıkarmış onu. DP'nin Tahkikat Komisyonu diye bir garabet kurup Yasama-Yürütme-Yargı'yı tek elde toplamaya çalışmasına karşı İstanbul Hukuk öğrencilerinin büyük protesto düzenlediği, rektör Sıddık Sami Onar'ın öğrencilerini korumak için ortaya atılıp polis tarafından yerlerde sürüklendiği yıllar, orada gözaltına alınan öğrencilerden... Okul bahçesine cemseler gelmiş. Ne kadar öğrenci varsa toplamışlar. Galiba Davutpaşa kışlasına götürmüşler. Yolda giderken birçok öğrenci cemseden atlayıp kaçmış. Babam dur bakayım ne yapacaklar, bu işin sonu nereye varacak diye kaçmamış :)))) 15 gün sorgusuz sualsiz bir koğuşta kalmış. O sıralar Aksaray'da bir evde arkadaşlarıyla oturuyormuş. Komşusu Aliye Hanım durumu öğrenmiş. Tanıdığı bir paşayı araya sokarak oradan çıkartmış. Yıllarca o hanımın akrabalarının işlerine bedelsiz baktı :) Bu arada Sıddık Sami gelip aylığından çocuklara harçlık vermiş. Öyle hocalar varmış o zaman. Sıddık Sami, Ernst Hirch vb. DP kafası ise hiç değişmedi.
Hukuku çok seven, hukuk nosyonu, bilgisi çok kuvvetli biriydi. Sirkeci'de bir yazıhanesi vardı, Nöbethane Cadde, Kurtkaya Han'da. Resmi gazeteyi, içtihatları vb takip etmeye üşenen komşu avukatlar sık sık gelip danışırdı, internet yok o zamanlar. İnsanın sinirini bozacak ölçüde ütopik bir dürüstlüğü vardı. Bilmem, belki doğrusu o, sıfır alengir. Üniversite yıllarında üç gün art arda yolda altın bulup karakola götürmüş, bu esnada öğrenci evinde dört kişi bir elmayı paylaşıp yiyorlar ha. Üçüncü götürüşünde "Ooo bizim defineci geldi yine" diye karşılamışlar, komiser "Yahu evladım, Allah önüne çıkarıyor Allah, daha nasıl belli etsin, al git, deli misin?" demiş, ikna edememiş. Çocukluğumda rol modelimdi. Belki yaş farkımızın (44) çok olmasından. Baba-oğul çatışması yaşamadık açıkçası, o kadar masumdu ki o çocuk/genç aklımla bile çatışma icat edemedim. Sodep'e girip birtakım kazıklar yemişti. Gece 11'lere kadar parti çalışmaları yaptığı bir dönem olmuştu 80'lerde. Bir mitinge beni de götürmüştü, 5-6 yaşlarındaydım herhalde, Erdal İnönü başıma kartondan Sodep şapkası takıp sevmişti beni :) O dönem pek göremiyorduk babamı. Kazığı yiyince küstü oraya, "Bunlar hırsızlığa değil, hırsızlığı başkasının yapmasına karşıymış" dedi, yuvasına döndü.
Annemse düzenli okurdu. Ve iyi edebiyat okurdu. 1950 doğumlu. Onun gençliğinin favori yazarlarından Kafka başta olmak üzere, Stendhal, Balzac, Flaubert, Dostoyevski, Tolstoy, Gorki, Çehov, yerlilerden Falih Rıfkı, Refik Halid, Halid Ziya, Sait Faik, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Füruzan... Steinbeck'e ayrı bir düşkünlüğü vardı. İlkokula erken başladığım için 16 yaşında üniversite sınavına girdim, o yaz, 1996 yazı, "Zor bir yıl geçirdin, iyi bir kitabı hak ettin, bu yazı büyük bir kitapla hatırla" diye bana tavsiye ede ede Gazap Üzümleri'ni tavsiye etti. Kısa sürede okuyup çarpılmıştım. Anı türüne de özel bir merakı vardı. Nâzım'la ilgili hemen hemen bütün anı kitapları; Sertel'ler, Vâ-Nû'lar, Radi Fiş'ler, Memet Fuat'lar... bazı dönem kitapları... Halen de okur, daha ziyade roman ve anı. Lise yıllarında şiir defteri de varmış, o yıllarda böyle bir alışkanlık var sanırım. Sonra o defter elime geçti. Hâşim, Tevfik Fikret, Dranas, Nâzım Hikmet, Ahmet Kutsi Tecer, Oktay Rifat, Orhan Veli, Çamlıbel, Ümit Yaşar, Ziya Osman Saba, Yahya Kemal, Şeyh Galip, Fuzuli, Orhan Seyfi, Attilâ İlhan, Cenap Şahabettin, Bayburtlu Zihni, Karacaoğlan, Bursalı Dikran Baba... Poe'dan Annabel Lee, Schiller'den bazı şiirler. Hepsini yazmış deftere 18-19 yaşında. Bazen notlar düşmüş, "Seni Seviyorum Ahmet Haşim" gibi. Anlayacağın, İkinci Yeni'ye kadar gelmiş, İkinci Yeni şiirine yakınlık duymamış. Defterden benim anladığım bu. Çok romantik, saftirik ve heyecanlı bir genç. Halen de çok heyecanlıdır. Matematikten/Geometriden zorlanırmış, edebiyat koluymuş, şimdiki tabirle sözelci, defterde geometriden ikmale kalma heyecanını da notlamış :) Hukuk'u kazanınca kurtulmuş matematikten, geometriden. Bak, karşılıklı iki sayfada o ikmale kalma heyecanı ve Ahmet Haşim sevgisi:
Babam gibi düzenli şiir yazdığını sanmıyorum ama defterde bir gençlik denemesi de var:
Şiire başladığımda, 15 yaşımda ilk anda günde 3-4 şiir yazıyordum. Bazı büyük şairlerin az yazmış olmasını küçümsediğimi ve annemin "O iş öyle değil" dediğini hatırlıyorum :)
Sonra ilk şiirim yayımlanınca da "Bu şiir çok yaşlı bir şiir, sense 21 yaşındasın daha, neden böyle ihtiyar biri gibi yazdın" dedi. Ferit Edgü'nün Kimse'sindeki bir kısımdan etkilenerek yazdığım bir denemeydi. Neresinden nasıl bir etkiye tepkiyle yazdığımı hatırlamıyorum. Hatırladığım, seslerin uzayda bir yerde dolandığı fikriyle yüz yıl önceki bir âşığın mırıldandıkları ile günümüzde bir âşığın dağ başında ağzından dökülenleri karşılaştırmak gibi bir şey denemiştim, günümüzdeki âşık konuşmasını bitirirken yüz yıl önceki konuşma gökten akıp geçiyor. Yüz yıl öncekinin dilini ağdalı sözcüklerle kurmuştum, konuşma çizgileriyle ayırmıştım. Olmamıştı, şiirin denediği şey anlaşılmıyordu. Şiir şu:
Evrenin Kalbi
"Hangi hüzün ömürle sınırlı
Hepsi dönüp duruyor,
Ve acıtıyor Evrenin kalbini
Zaman, uzam tanımaksızın"
Her bildiği yaşamdan insanın,
Biraz ölüm kıyılanıyor ömrüne, biraz acı
-Bu cihanda bıraktığınız aksiseda, güzel efendim,
Çarptıkça yakıp dağlıyor kalbimi
Bir yıldız titriyor,
Dağ başında üşüyorum, yazgımız bir.
Matemini düşünüyorum, geceden kara, gözlerinden kara…
Senden kıyılanan acıyı!..
-Sizsiz ben, canım efendim,
Sükûnete, o soylu acıya müptelayım
Ve varıp varacağımız ölüme
İdare lambasında ancak görebiliyorum,
Buruşuklarından açtığım bir kâğıdı,
Sana yazmışım, geceymiş yine,
Son satırda eğiliyorum:
"Sen bir acıçiğdemsin!.."
Doğruluyorum,
Titrek alevinden usulca alıyorum gözlerimi,
O an görüyorum işte,
Gecenin karanlığından ağanı.
Şiirin epigrafını da ben yazmıştım, epigrafa heveslenmişim herhalde.
Daha sonra bazı 'deneysel' addedilen şiirlerimi görünce "Yazsana oğlum 'yağız at kişnedi meşin kırbaç şakladı' gibi şiirler" dedi, "Han Duvarları"nı sever.
Annemin benim şiirime yaklaştığı kitap Dikenli Zıplak. "İlk defa bir kitabını tamamen anladım ve sevdim" dedi. Dramatik İyileşmeler'i de sevdi sonra. Empat'ı görmedi henüz.
Babamsa şiire başladığımda "İyi iyi, her genç şiir yazar, devam ettirene şair denir" demişti.
Mehmet Davut Özdal: Sonra kimleri okudun?
Ömer Şişman: Melih Cevdet, Oktay Rifat. Garipçiler. Külebi. Yani 15-16 yaşlarımda onlar hâkimdi. Üniversitede çeviri şiirlere ve İkinci Yeni'ye bakmaya başladım. Çevrilmiş ve kitapçılarda/sahaflarda bulunabilecek bütün şiirleri okudum o dönem. Kavram'ın Yeryüzü Şairleri dizisini çok severdim, özellikle Celan'ı. Adam Sanat'ın ülke şiiri antolojilerini, İyi Şeyler Yayıncılık'ın kitaplarını. Çeviri şiir antipatiyle karşılanır çoğunlukla, ben tersine çok ilgi duydum. İkinci Yeni'den önce Edip Cansever ve Cemal Süreya sardı bir süre. Ece Ayhan'a pek ısınamamıştım, Turgut Uyar'ı ise sıkıcı bulmuştum nedense. Sonradan tekrar okuyup çok sevdim, sürekli Turgut Uyar okudum bir dönem. Can Yayınları basıyordu. Sonra YKY'ye geçip herkes Turgutçu olunca okuyasım kaçtı doğrusu. Günü gelir tekrar okunur elbette. Üniversitede güncel şiire sortilerim de oldu. Böyle.
Bak, Oktay Rifat'tan bunu severdim:
Niko'nun Kahvesi
Niko rakı içer sandalı boyamazsa.
Niko susar. Onun sessizliği bürümüş
Masaları. Onun yalnızlığıdır, kireç
Badanalı, yamrı yumru, bu ak duvarlar.
Semaverin hemen yanıbaşında durur
Köstence'de bir dükkândan aldığı gemi.
Bu resim Pire'nin, bu böcekler Batum'un,
Bu ağlar tonla balık akıttı karaya.
Niko, eski yazlarda çığrışan martılar,
Zıpkından kurtulmuş kılıçlar, ahtapotlar
Ve en sıcak güneşlerle karmış harcını
Kahvesinin. Lipsoslar yine derindedir.
Orfos, beygir gibi kısar kulaklarını
Kefalos'taki sivri taşın kovuğunda.
Morumsu işkineler, oynatarak ağır
Ağır kanatlarını, bakarlar Niko'ya.
Boz bulutlar gibi çatısında denizin
Uskumru sürüleri devinir yukarda.
Gölgesi vurur tırandilin ışıltılı,
Yosunların, kara süngerlerin üstüne
Ey kancık ve oynak deniz dibi burdasın,
Burdasın sen! Şu tüten dumandasın! Çayda,
Tabakta, dolaptasın! Seni verir Niko
Liranın üstünü uzatırken, seni yer,
Seni içer cıgarasında, seni uyur,
Seni bilir, seninle yatar geceleri.
Bir yelkenli süzülür kapıdan. Bir yengeç
Köşedeki masada yumar gözlerini,
İri bir mercan keser oltayı ve dalar.
Voliden sonra denize atılan, ezik,
Iskarta balıklar gibidir, başı sonu
Olmayan anılar. Niko atar onları.
Düşler, bu kahvede yavru kediler gibi
Oynaşırlar ayakaltında. Tutarsınız
Birini, dizinize alır okşarsınız.
Ana uzaktadır, peykede güneşlenir
Niko da uzaktadır. Durulan denize
Ve maviye benzer. Yudumlar bulut rengi
Akşam rakısını. Çatalının ucunda
Tuzlu bir kalamar parçası, tabağında
Bir düş kırıntısı, bir zeytin, dalar gider.
Karagözle gezer, harmanlar sinaritle.
Yıldızlarla düşüp kalktığı günler gelir
Aklına, tek katlı evler, damlar. Bir ırıp
Dizisi, Akdeniz rüzgârlarıyla yüklü
Kuzeyden güneye iner ay ışığında.
Bir deniz feneri karışır aramıza.
Sesleniriz: "Bir çay yap, Niko, demli olsun!"
Zaman genişler ve çoğalır her yudumda.
Bakarsınız bir çitlembik çevrilir camda
Çok eskiden gidilmiş limanlara doğru.
Ve bir zakkum kokmaya başlar, bodur, tozlu.
"Ah, havalar hep böyle güzel gitse, Niko!"
Oturur beklersiniz. Kimi beklersiniz?
Neden beklenen gelmez bir türlü! Sesleri
Dinlersiniz, o deniz ötesi sesleri
Yoksa şehirler midir özlenen, o yeşil,
0 kırmızı cam toplar mı manavlardaki,
Boncuklu kapılar mı, renkli kâğıtlar mı,
Karpuz sergileri mi, küçük berberler mi,
Yoksa güverteler, direkler, lombozlar mı?
Havaya benzer insanoğlu, bilinmez ki!
şiir horoz öter uzaklarda, deniz parlar.
Kuytu kahvesinde Niko'nun, kimi dönük,
Kimi yan, kâğıt oynar birtakım adamlar,
Niko rakı içer sandalı boyamazsa.
Sesleniriz: "Bir çay yap, Niko, demli olsun,
Koyulsun kederimiz! Efkârlıyım bugün!"
Mehmet Davut Özdal: Dergileri takip etmeye ne zaman başladın, hangi dergiler vardı o dönem?
Ömer Şişman: 16-17 yaşında. Varlık ve Adam Sanat vardı o zaman bir tek. Sonra Kitap-lık, E gibi dergiler geldi. Ve sonra bazı fanzinler vb.
Mehmet Davut Özdal: Sen şiir göndermeye ne zaman başladın?
Ömer Şişman: 18-19. İlk 2-3 yıl yayınlamadılar. İki ayda bir gönderiyordum, yayımlanmıyordu.
Mehmet Davut Özdal: Hangilerine gönderiyordun, Cevap veriyorlar mıydı hiç?
O zamanlar nasıl gönderiliyordu şiir dergilere mektupla mı?
Ömer Şişman: Mektupla. Varlık'ta Ustaların Seçtikleri köşesi vardı iki ayda bir, her seferinde bir başkası şiirleri seçer, seçme sebeplerini de yazardı. Oraya gönderilirdi. Benimkini Hüseyin Yurttaş diye İzmirli bir şair yayımladı o köşede. Attilâ İlhan'ın yanında yetişmiş isimlerden biri. Cevap hiç verilmiyordu. Sadece bir kez kitap-lık'tan mektup geldi. Heyecanla açtım, "Bu şiirinizi yayımlamaya uygun bulmadık, başka şiirlerinizi bekleriz" gibi bir şey yazıyordu.
Mehmet Davut Özdal: Yayınlanan ilk şiirin duruyor mu?
Ömer Şişman: Duruyordur.
Mehmet Davut Özdal: Hüseyin Yurttaş'ın Salih Yurttaş'la akrabalığı var mı?
Ömer Şişman: Yok. Tanıyor biliyordur ama onu Salih Yurttaş. Yaşları yakın ve İzmir gençleri oldukları için. Hüseyin Yurttaş'ın seçtiği şiir Nisan'da (2001) yayımlanacaktı. Kaza yapıp benim adımın altına başkasının şiirini koydular. Mayıs sayısında düzelttiler. Mayıs'ta E'de de bir şiir çıktı. Böylece ilk değil ilk iki şiir yayımlanmış oldu aynı ay. E'deki şiiri de Orhan Alkaya seçmişti.
Varlık'a Selami Karabulut iki sayfalık bir şiir göndermiş, onun ilk sayfasını karıştırıp benim şiirim diye bastılar. Karabulut'un şiirine de yazık oldu :) İşin komiği Karabulut'un şiiri Oktay Taftalı'ya hediye edilmişti (ya da Taftalı'dan epigrafla başlıyordu). Benim imzamla öyle çıktı. Bense o ay siirpostası'nda Oktay Taftalı'yla kavga etmiştim. Adam Viyana'da yaşayan bir boksörmüş, "İstanbul'a geldiğimde çık karşıma" gibi laflarla tehdit etmişti. Sanki korkup adama şiir ithaf etmişim gibi oldu. Böyle durumlar beni bulur.
E'deki şiiri buldum bak:
Epigraf hevesim burada da kendini göstermiş. Bu seferki epigraf Auden'in "Rimbaud" başlıklı şiirinden. "Çocukluğun cehennemi"ni çocukluktaki karmaşık tiklerime uygun buldum sanırım.
Mehmet Davut Özdal: Süpermiş ilk şiirdeki (Varlık'taki) kaza :)
Nasıl kavga ettin ki. Şiir postası dediğin ne?
Ömer Şişman: Mail grubu. Yahoogroup. O zamanlar mail grupları vardı. Kavga konusunu hatırlamıyorum
Mehmet Davut Özdal: Hangi yılda oluyor bunlar?
Ömer Şişman: 2001