Bu sayının kekeleri:
CEM KURTULUŞ-DONAT BAYER-SİNAN ÖZDEMİR-İSMAİL ASLAN VEYSEL OĞULCAN-MEHMET DAVUT ÖZDAL

NEDEN ATOM MATOM?   


VEYSEL OĞULCAN:
Bir şiirimde "Atom Matom" geçiyordu. İlk önce oradan çıktı bu isim. Sonrasında her şey farklılaştı:

Hallâc-ı Mansûr'u okuduğum zaman kafamın içinde şimşekler çakmıştı. "Ene'l-Hakk" hem her şeyi karıştırdı hem de her şeyi birleştirdi. İlk "gördüğüm" andan beri bunu düşünüyorum. Hâlâ devam. Daha sonra Kur'an-ı Kerim'i farklı bir bakışla okudum. Özellikle Hicr Suresi'ni okurken daha önceleri göremediğim şeyleri gördüm(gibi).

Bu düşüncelerimi anlatacağım (anlatmaya çalışacağım) bir şiir tasarlıyordum sürekli.  Ama bir türlü bunu nasıl yapacağıma karar veremiyordum. Sonra şiirdeki Atom ve Matom kelimelerinin bu düşünceleri anlatmak için yeterli olacağını (en azından isimlendirmede) farkettim. İki ayrı şiir oluşturdum. Atom: sözlük anlamlarıyla. Matom: bendeki anlamıyla. Zaten bendeki anlamı dışında bir anlamı da yok. Böylece bir şiirde geçen bir ikileme, kitabın açılış ve kapanış şiirlerine evrilmiş oldu.

 

NEDEN ÜZÜNTÜ SABİTİ?

SİNAN ÖZDEMİR:
İdealize edilmiş hatta kavramlaştırılmış bir adlandırmaydı üzüntü sabit'i (-leri). Ben'den yola çıktığım bir karakter topluluğuydu bu. Elimden geldiğince çeşitlendirmeye çalıştığım... Saplantılarım, takıntılarımla uğraştığım, belki boğuştuğum bir dönemdi. Dipte olmak, kımıldamamak, çökmek... Bunları sadece psikolojik değil coğrafi, tarihsel vs vs bağlamlarıyla da ele aldığım uzunca bir şiir üzüntü sabit'i. Sabit'ler bağlılıkları, oyun bilmezlikleriyle, göz yumamadıkları için uyumsuzluklarıyla da sabit'tirler. Bu yüzdendi üzüntü sabit'i. Bugün bu kadar üzgün bir şey yazmak istemiyorum ama belirteyim, haha. Sabit'lik çok da keyif aldığım bir şey değil artık. Değiştim :)

NEDEN EKSİKTEN ORADAN?

İSMAİL ASLAN:
Kaybın, yasın ehemmiyetine vakıf olmadığımı düşündüğüm bir zamana denk düşüyor kitabın ismi. Sanırım Sinan'la karar vermiştik bu isme. İlk kitabın da isminde Sinan'ın payı var. Komplike bir yasın içerisinde debelenmiş olduğumu hatta melankoliye düştüğümü anlamam da çok uzun bir zaman öncesine dayanmaz. Kendimi hiçbir zaman mutlu bulduğumu söyleyemem. Ne geçmiş ne de bugün için tek bir mutlu anımı paylaşamam. Eğer mutsuz değilsem de bu mutlu olduğum anlamına değil daha az kaygılı olduğum anlamına geliyordur. Neden eksik? Kaybımı gerçek manada kavramayı başaramadığımda, bu kaybın infantil başlangıçla açıklanabileceğini anladığımda birbirini sağaltan iki kutupta buldum kendimi. Kaybını anladın ve nitekim bunun bir telafisi yok; "ama gene de." Eksikliği belki de çökkünlüğüme bir savunma olarak savunuyordum. Eksiğim dediğimde eksik için bulduklarım beni rahatlatıyordu da. İnsan eksiktir dediğimde daha da rahatladım. Aklileştirdim acımı. Ama eksiğiz. Buna rıza göstermek bir mağlubiyet değil; olağanlık sağlıyordu. Yani "güç esasında güçsüz olduğunu bilmekten" geçiyordu. Kitap bir yas kitabı mı, bilmiyorum. Kayıplarımı yazacağımı söylemedim kendime. kTekrar tekrar ölüme, kayıplarıma vardığım bir aralıktaydım yalnız. Şimdi tek tek ölümlerine tanık olduğum tüm sevdiğim insanların salt temsillerinin benimle buluşup durdukları üzerinden, onlara dair anıların durmaksızın peşimde olduklarıyla açıklayabildiğim bir mutsuzluk da değildi yaşadığım. Daha derinlerdeki bir kayıptan, ilk "nesneden" başladım. Annemi kaybetmiştim, hem de o "yaşıyorken". Kendimi var kılabildiğim o "nesnenin" yokluğuyla şimdi var olabilmeye çabalıyordum. Neden "oradan"? Bu soruya açıklık getiren de ilk kaybımın bana "gölgesinin düştüğü" ve hiçbir zaman bu gölgenin üzerimden kalkmadığıydı. Hep oradaydım ve "oradan" hareketle dünyamı kuruyordum. Ama orası artık gidilecek ve yaşanılacak olamayandı. Zaman geçtikçe "Sizler ızdırap çeken birer nevrotikken, şimdi sıradan birer mutsuza dönüştünüz." cümlesinin içinde bulmaya başladım kendimi. "Eksiğe" gösterdiğim rıza ve sürekli "orada" olma halinin arasında salınan "sıradan bir mutsuz"um artık. Kitabın ismi kitap yazıldığı dönemde hiç bugünkü kadar aklıma yatmadı diyebilirim.

NEDEN SÜRÜN CEM E?

CEM KURTULUŞ
Bir çok şey sürüncemedeydi o kitaptaki şiirlerin yazımı sürecinde (gerçi hala da öyle). Bir de bana sürünsünler istedim açıkçası. Keza, sürünceme çokça ve haksızca verimsiz, meyvesiz bir süreç olarak atfediliyor, boşa geçen, geri dönüşümü olmayan ve anlamsız bir kayıp; ağaçtan düşmeyen, toplanmayan ve hatta kargaların bile burun kıvırdığı meyvelerin ilk bakışta anlamsızca çürümesi gibi. Halbuki çürüğün yarattığı sinekler hayat kurtarır, cana can katar, hele ki bu tüm ağaçlarda görülen bir olgu iken. Tek başına hangi ağacın sineğinden bize ne zaten!? Ama bir bakiyorsun ki bütün dünya, bildiğimiz kadarıyla evrendeki hayatın tek ifadesi, ölünün, tozun, suyun nasıl öğütüleceği ve dağıldığı sorunsalı üzerinden işliyor. Sürecin ta kendisi, ne mutlu ki bana, bir sürün cem e.
Keza bunun doğada bir eğilim, onun içinde varolan bir bilgelik olduğunu düşünmemek elde değil; anlamsızca ölmekte insanlığın politik ve akli olarak kendi yokoluşuna olan eğilimini anlatan koro bir zaman, örneğin Helenik dönem metropolünde, el üstünde bile tutulmadı mı? Şairler, aktörler, kısaca aşıklar belli sivil sorumluluklardan hatta belli vergileri ödemekten dahi muaflardı. Bunu hem Osmanlı bedeninde hem de göçebe, pagan kökenlerinde görmek mümkün Türkçe'nin ama günümüzde sadece lafta kalan bir öneme sahip aşk. Sosyal ve kültürel bütün varlığını yitirmiş durumdayız aşkın. Bunca nefrete göz yuman hatta bu nefreti şakak bellemiş, egemenliğinde güç şehvetiyle kavrulmakta bir toplumda zaten böyle bir aşk olsa olsa sakızdan çıkan fal niteliğinde olur, olmakta da. Aşıklar olarak, şelaleye karşı kürek çekmekte gibiyiz hepimiz. Ama yine aynen o sinekler gibi doğanın ölüme olan eğilimini anlatmaya devam etmek zorunda olduğumuz da bir gerçek; dilin ve çarpıla çarpıla şu ana taşımış olduğu tüm bilgilerin bedeli bu ölüm aşkıdır.
Ölüm, yani sürekli kendimi hayatında bulduğum bu beden ve akıl, hergün üzerini aramak, etinden sütünden yararlanmak, tanımak ve tanıtmak durumunda olduğum bir kum yığınının canından farksız. Törpüler, çöpçüler, cımbızlar, bıçaklar bize bunları söylemiyor mu keza…? Hepimiz tüm bu inşaata rağmen çürümeye, kesmeye ve biçmeye devam etmek zorunda değil miyiz ki bahar gelebilsin? Başkalarını kendimizden korumak değil mi aşık'ın fiili? Gerçek olanı, geleceği mümkün kılmakta bir kesilmeden neyi öğrenmeyi seçeceğimiz belirlemiyor mu? Nasıl ki İsa, kendinden önceki tüm marangozlar gibi, ahşabın vücuduna olan aşkına, Tanrı'ya, kulak verdi, maddedeki cana kulak vermekle yükümlü değil mi her birimiz de?
sürün cem e'nin ve ondan sonraki tüm projelerimin odağı da bu sürünceme konsepti oldu; bu yolun ilk adımı; doğanın ölüm aşkına yani insanlığın elindeki tek geri dönüşüm mekanizması olan o aşka gelişimin bilinçli ilk ifadesi kitabın ismi oldu diyebilirim.

 

NEDEN KÖTÜ KAN?

DONAT BAYER:
Babasız doğan bir çocuğa, eğer annesinin babası da hayatta değilse, anayasa'da yer alan bir maddede açıklandığı üzere soyadı verilemeyeceğini okumuştum. Bu yeterince kötü değilmiş gibi bir başka maddede de çocuğun babasına  çocuk 1 yaşına basmadan anne tarafından, bu süre kaçırıldığı takdirde ise çocuğun 18. Yaş gününü takip eden 1 yıl içinde çocuk tarafından dava açılabileceğini, bu süreler aşıldığı takdirde, olağanüstü durumlar dışında, babaya dava açma hakkının kaybedildiğini okumuştum. Bu maddeler zaman içinde değişti mi bilmiyorum ama gerek anayasanın bu maddelerini gerekse ilgili dava örneklerini okuduğumda  çok sarsılmıştım. Kitabin ismini Kötü Kan koymama sebep olan bir çocuğun isimsiz bırakılma olasılığının, annenin yaşayacağını tahmin ettiğim korkuların üzerimde yarattığı üzüntüydü.

 

NEDEN SİSTEM ÇÖKTÜ MİSAL ÇOK YALNIZIM?

İSMAİL ASLAN:
2003 yılının Aralık ayında ablam Ayşegül, eniştem Mahmut ve 4 oğluyla birlikte (Necmettin, Hasari, Mehmet Celal, Ali Arda) Van Gürpınar'a, ablam Hatice'leri ziyarete gittik. Yani 20'lerimdeydim. Hepimiz nasıl heyecanlıydık anlatamam. Yol üstünde bir lokantada yemek yedik. Sanırım ablam Ayşegül ilk kez yol üstünde bir lokantada yemek yiyordu. Çocuklar da öyle nitekim. Urfa'dan Van'a bitmeyecek bir yol sanmıştım bu yolu. Kar vardı, muazzam bir kar. Kendimizi bir filmin içinde bulsaydık hiç şaşırmadan devam ederdik her şeye. 2007 yılının Mart sonu ablam Ayşegül, eniştem Mahmut ve 4 oğluyla birlikte (Necmettin, Hasari, Mehmet Celal, Ali Arda) Mersin'den, ablam Hatice'lerden dönerken trafik kazası geçirdiler ve hepsini kaybettik. Birlikte gittiğimiz ama birlikte dönemediğimiz uzun bir yoldu bu ve benim için yaşadığım hayatın sistemi çökmüştü o vakit. Esas kaybım hiç beklemediğim büyük bir kayıpla buluştu ve bulunamayacak olanın gerçekliğine erişmiş oldum. İnna Lillâhi ve İnnâ İleyhi Raciûn