mehmetdavutozdal: Değirmen kahini ne demek?
Niye değirmen kahini yani, kahini olacak başka bir şey bulamadın mı?:)
Süleyman Sabri Genç: Donkişotla alakalı bir orijin hikayesi vardı ama unuttum, kahinlik aslında biraz donkişotluk gibi sallayıp duruyorsun, sallamayı çok severim. Değirmen de don kişottan geliyor yani. Şairler de zeitgeist üzerine çok düşünüyor hatta türkiye'de iyi şairler baya entelektüel bu konularda. Çağı okumlayan şairin geleceği okumlayan/sallayan versiyonu kahin. Şimdi daha afilli bir hikaye falan uydururdum da gerek yok.
Sonuçta astrolojiyle de ilgileniyorum, astrolog olmasam da oradan buradan duyuyorum, kah oradan yola çıkarak, kah bağımsız sallıyorum Mesela başakşehir bu sene uefa kupasını alacak, Angela Merkel ölecek, Beşiktaş şampiyon olacak, Lazio serie a şampiyonu olacak, Bitcoin 12bin doları geçecek…
mehmetdavutozdal: Ne zaman olacak bunlar?
mehmetdavutozdal: Senin ilk kitabın adı neden pazıl bozul?
Sinan Özdemir: Kitabın girişine bir açılış bölümü yazmıştım
Bir çöplükte pazıl bozul bir adam
Şeklinde bir dize vardı
Çok isim düşündük bulamadık
Bir gece Ahmet abi mesaj attı pazıl bozul adı dedi
Tamam dedim ben de :)
……………………………..
Sinan Özdemir: İlk şiirinizi hatırlıyor musunuz, neden böyle bir şey yaptığınızı. O anı?
mehmetdavutozdal: Güzel soru . :)
Ada Pancar: benim ilk şiirlerim de dürtüleri bağlamında şimdiki şiirlerime benzer. Her dize bir nefeste söylenir ve düşünce ve duygu akışı bir dizeden diğerine geçerken kesintiye uğrar. Bu bağlamda her dize klasik antik yunan tiyatro oyunlarındaki gibidir.
Sinan Özdemir: Neden kesikli yapısı?
Senin şiirin anlatımcı bir şiir olduğu için soruyorum
Nasıl bir avantaj sağlıyor bu
Çünkü ilk bakışta dezavantaj gibi görebilir
Ada Pancar: dizeler birbiri ile neredeyse hiçbir zaman zamir aracılığı ile bağlantı kurmuyor. Her biri birer başına kaldığında da bir duygu taşıyor, birbirine muhtaç değil. Ama tabii asıl olayı şiirin, bütününde ürettiği duygu. Yani şiir her dizede kendini baştan başlatıyor. Bu kesintiyi bilerek yaratmak istiyorum. Çünkü insanların hafızalarını bir şiir için kullanmak istemediklerini, bunun için çok uyuşuk olduklarını düşünüyorum. Her dizede şiiri yakalama şansları olsun istiyorum. İlk bir iki dizede dikkatleri dağılsa da sonra yakalayabilsinler. Bu yüzden genelde anlaşılmaza kaçmadan, Bilal'e haykırır gibi yazılmış şiirlerim var. Ama böyle olmayan şiirlerim de tek tük mevcuttur tabi. İyi açıklayamamış olabilirim ama bunları hep ayrıntılı olarak yazacağım bir gün.
Ada Pancar: Abartılı basit bir örnek vermek gerekirse;
Çık artık
Git burdan
Çok sıkıldım
Öleceğim
Attım kendimi dışarı
(bu tarz bir şiir kesintili benim tanımıma göre)
Kesintisiz şiir ise;
Çık burdan
Bu kırılmış evden
Terk ederek kapıları
Dışarı ve güneşe
hüzünlenerekten
çıktıktan sonra farkına varacaksın
(bu şiir daha devamlı, daha hikaye gibi)
Ada Pancar: antik yunan şiiri benzetmesini iptal ettim bu arada, biraz düşüncesizce yazmışım onu
Burak Acar: Bazı tragedyalar dediğin tanıma uygun aslında. Shakespeare'in tragedyaları mesela. Yine de böyle bir genelleştirme yapmak fazla iddialı olabilir tabii, bu gözle bir daha iyi incelemek lazım.
peki yani bu kesintili yapı yalnızca pragmatist bir sebebe mi dayanıyor senin için?
Ada Pancar: sadece pragmatist "yorgunluğu kırma" sebebine dayanmıyor tabii. Dışavurumcu bir duygu boşalımı da sağlıyor. (dizelerin kesintili olması her dizede aynı duyguyu baştan başlayarak yorumlama ve ifade etme şansını veriyor. Dizeler birbirinin sorumluluğunu almıyor. Bu da dizelerin birbiri ile çelişmesinin sebeplerinden biri) Ancak bu duygu genelde çok kısa bir süre sonra karikatürize bir hal alıyor ve arkasında kıs kıs gülmeye başlıyorum. Bu nokta da şiirin benden koptuğu ve otonom bir psikoz gibi kendi kendini yürüttüğü nokta genelde. Ben yine ordayım ama bir meta-özne olarak. Sadece işlerin tutarlı, ilginç ve şiirsel gidip gitmediğini kontrol ediyorum.
Şiirde konu bütünlüğü var ama yargı bütünlüğü olmayabiliyor. Aynı konu hakkında her bir dizedeki öznenin farklı bir görüş bildirmesi gibi. (ya da aynı görüşün hiç söylenmemişçesine yeni bir şeymiş gibi bildirilmesi)
Sinan Özdemir: Ben senin tanımını göz önünde bulundurduğumda daha fazla öbekler oluşturarak yazıyorum.
Fakat aynı dizede ya da öbeğin kendisinde çoğu zaman olabildiğince fazla fiil kullanmaya çalışıyorum. Bu sayede hem öbeği rahatsız etmeyi hem de dinamik bir anlatım yakalamayı hedefliyorum.
Söylediğin şeyi büyük ölçüde başarmışsın bence. Çünkü seni okurken bir mesaja ulaştığımı bir final dizesiyle şiirin bittiğini hatırlamıyorum pek
Ada Pancar: aslında final dizesi olabiliyor benim şiirlerde
Sinan Özdemir: Çalışılmış hissi veren bir dağınıklık var
Ada Pancar: bu doğru, tam olarak böyle
Burak Acar: Bence de dayanmıyor, sırf buna dayanması yazma iradeni çok edilgen bir konuma çeker zaten, o nedenle biraz şaşırarak biraz da anlamak adına sordum. Aslında bu kesintili yapı bir yönüyle daha yorucu (yazan için) bir yönüyle de daha özgür, daha hesapsız bir düşünce paftası sağlıyor.
Evet bu "özne" meseleni iyi bildiğimi zannediyorum. Kafagöz'deki yazından ve şiirlerinden. İlgimi çeken ve kendimi yakın hissettiğim bir şey.
Ada Pancar: teşekkürler, şimdi böyle deyince şiirlerini merak ettim. İstanbul'a dönünce kitabını alacağım. Sadece tek tük internette okumuştum. Hatırladığım kadarı ile senin şiirlerde de bu monolog-dialoglu bol özneli çelişkili şeyler vardı.
Burak Acar: Tabiat Abi'de var arada diyaloglu birkaç şiir. Ama senin yaptığın daha farklı bir şey. Tamamen bir başka öznenin derisinin içine girip, o özneyi anlamaya çalışarak onun dilinden yazmak, o öznenin bilincine sahip olup onun iradesiyle konuşmak.Ada Pancar: Evet, o şekilde de anlaşılabilir. Ancak yeni girdiğin öznenin içinde seni oraya çeken bir motivasyon, bir geçit olmalı. Aynı geçitten de bir duygu geçirmen lazım. Demek istediğim ağzından yazdığım öznelerin her biri -bazen az bazen fazla- kendi kişiliğimden bir dürtü taşıyor. Yani bir duygu var, kendini gösterebileceği bir özne buluyor kendine... ve düşünceler vs. Duygu ilkel bir şey, özne ise daha komplike ve sosyal bir fenomen. Kafagöz'deki yazıda özneleri tamamı ile rastgele ve yabancı seçiyormuşum gibi yazmıştım. Bu şekilde de olur tabii. Ama ben ağırlıklı olarak duygum ile tamamı ile bağıntısız özneyi konuşturmuyorum. İlk metindeki bu yanlış ifadeyi düzelteceğim, uzun yazılar hazırlıyorum.
Burak Acar: tabii muhakkak öyle olmalı. senin söylediğin gibi anlıyorum ben de az çok. kafagöz'deki yazından ziyade şiirlerini düşünerek söyledim. burada aslında 'karakter'e de bir parantez açmak lazım. duygu'yu ham ve ilkel, özneyi sosyal bir fenomen olarak algılıyorsak şayet, karakter dramatik bağlamlarıyla 'özne'den de ilgi çekici belki.
Sinan Özdemir: Mizaç diyorum ben, şiire karakter kazandıran bir özellik. Sözlük mizaç için karakter diyor :) şiir öznesinin belki de çok daha öteye saçılarak her bir ögenin mizaç taşıması, diyelim fiili kullanma biçimi, dizeli ya da öbekli yapılar ya da bireşimler, vs vs... Her bir enstrümanın bir mizaçla gelmesi şiiri o ilgi çekici biricik alana taşıyor.
Burak Acar: mizacı oluşturan da yine karakterin kendisi aslında. bu karakter bazen geçmişiyle özlemleriyle hayal kırıklıklarıyla acılarıyla yüklü somut, şahsi bir kimlikte vücut buluyor bazen de mizacının verdiği bir takım ipuçlarıyla kendini daha flu bir alanda var ediyor.
İsmail Aslan: Hatırlıyorum. 2001'de Artvin Hopa'da yazmıştım.
Balkonda
Ağustostu
Muazzam bir yağmur yağmaya başladı
mehmetdavutozdal:
Hüsniye Hüsniye
Beni döndürdün deliye
İstersen sor beni veliye
ismail Aslan: Babamın öldüğü seneydi, ona yazmıştım.
Sonra uzunca bir süre hiçbir şey yazmadım herhalde
Sinan Özdemir: İlginç değil mi insanın bir forma ihtiyaç duyması
İnsan bir sınır çerçeve çizmek istiyor
Burak Acar: Babam bir şiir defteri hediye etmişti. Küçük ebatta, içi boş, epey eskice (belki vakti zamanında kendisine almış ama içine bir şey yazmamış?). Neden şiir defteri diyorum? Çünkü defterin kapağının üstünde "Şiir" yazıyordu. :) Buna bir şeyler yazmam lazım diye düşündüm. Bir kıza aşık olmuştum. Çok zor açılan biriydim. Konuşmaya cesaret edemiyordum. Platonik aşktan mazoşistçe zevk alıyordum sanki. Ona söyleyemediklerimi deftere yazayım dedim. Sadece ona söyleyemediklerimi değil, o aşkın verdiği heyecanla başka şeyler de karalamıştım. :)
Sinan Özdemir: Çok güzel :)
Kaç yaşındaydın?
Burak Acar: 14-15 falan olmalı
Sinan Özdemir: Peki nereden çıktı bu iş şiir nereden çıktı dedin mi erken bir dönemde?
Burak Acar: hatırlayabildiğim kadarıyla demedim. yani bahsettiğin manada bir yadırgama yaşamadım pek galiba. kendime spot tutmadım. ne yapıyorum şimdi ben, niçin böyle bir eylem içerisine giriyorum, niçin bir takım cümleleri alt alta sıralıyorum, bu ne işime yarıyor, böyle şeyleri pek sormadım sanıyorum kendime, ya da didiklemedim diyeyim. bunları erken dönem için söylüyorum tabii. o ilk bir yıl. şiir yazmak (o yaşlarda yazdıklarıma ne kadar şiir denirse artık) iyi hissettiriyordu onu net hatırlıyorum ama. gelmese niye yazmaya devam edeyim zaten. sıkıcı gerçeklikten rüyasal bir dünyaya kaçmak gibiydi biraz. hayal kurmaya çok düşkündüm. bir de şiir yazarak, hemen sonrasında şiir kitapları okumaya başlayarak, çok büyük ve değerli bir şeyin içine girdiğimi fark ediyordum galiba. bu da kendimi değerli hissettiriyordu. özel bir şeyin parçasıymışım gibi, oraya aitmişim gibi.
Donat Bayer: Hatırlıyorum. Tam tarihini hatırlamıyorum ama 1987-88 olsa gerek. 1989da (yanılmıyorsam) milliyet sanat genç şairler antolojisinde basılmıştı o şiir
O anı da hatırlıyorum ama su anda sokakta yürüdüğüm için sonra yazacağım
mehmetdavutozdal: Sorduğun soruyu kendin de cevapla bari sinan:)
Sinan Özdemir: :) Ortaokul 1-2 falandım en arkanın bir önünde oturuyordum, her fırsatta şiir yazıyordum, ilk şiirimin adı hırçın'dı :)) şiirin bir intikam meselesi olduğu o günlerden belliymiş. Sonra 3 defter doldurdum şiirle, şairleri okuyunca hepsini utanıp attım :(
Burak Acar: küçük bir ekleme yapayım. o yaşlarda ilk okuduğum şairler, nazım hikmet, attila ilhan ve orhan veli idi. şiir marazi, biraz aykırı, yalnızlıkla örülü bir şey gibi geliyordu. o marazi, biraz mazoşist halden zevk alıyordum. yoğun duygularımın karşılığını şiirde bulabildiğimi hissettim sanıyorum.
Sinan Özdemir: Ben de bahsettiğin karşılık bulma halini özellikle ilk karalamalarımda çokça yaşadım. Sonra nedense ardı ardına toplumcu şairler okudum. Nazım, ataol, Ahmed Arif, neruda, mayakovski, yevtuşenko... Orhan Veli'nin bile savaş üzerine yazdıklarını... :)Burak Acar: Harbe giden sarı saçlı çocuk... :)
14 yaşımda o kısacık şiirdeki imajinasyon beni etkilemişti
Sinan Özdemir: Evet evet, bir de cımbızlı şiir :)
17 yaşındaydım ben, adam yayınları, döner döner okurdum
Burak Acar: o yaşlarda okunan şiirlerde insanı çarpan esas şey imajinasyon oluyor genelde. düşünceden çok duygular ve o duyguları uyandıran imajlar.
Sinan Özdemir: Şimdi dikkatimi çekiyor, londra konferansı 1921, atom bombası II. Dünya Savaşı. Ses için sıralamayı bozmuş :)
mehmetdavutozdal: Necip Fazıl'ı seven var mı aranızda?
İsmail Aslan: Rahmete gitmiş bütün şairleri severim.
Sinan Özdemir: Dikkatimi çekmediği için okumadım haha
mehmetdavutozdal: Şimdi diyeceksiniz ki sinemanın senin için anlamı nedir.
mehmetdavutozdal: İmgeye çok alışmamak lazım.
Çünkü alışırsan en ufak bir zorlukta ona sığınırsın
mehmetdavutozdal: Evet Donat bekliyoruz hala:)
Dta hiç bir şeyi unutmaz:)
Donat Bayer:
Haaa ilk şiir
Doğan kardeş vs bütün çocuk dergilerini alırdım çocukken. Bebek'te Deniz kitapevi vardı. Evden çıkar yürüyerek gider dergi alıp dönerdim. Bir gün sanırım 10 yaşındaydım ve artık çocuk dergisi okumamam gerek diye düşünüp yine deniz kitapevine gittim (sanırım sonra adı Dünya oldu). Baktım Adam sanat, argos, milliyet sanat gözüme ciddi gözüken ne dergi varsa topladım. Düzenli olarak gidip bu dergileri almaya başladım ardından. Bu dergilerin hepsi şiir basıyordu. Dergileri alınca önce şiirleri okuyordum. Bir sure sonra "e bunu ben de yazarım" diye düşünüp oturup yazmaya başladım. Sonra da milliyet sanat'ın genç sairler antolojisi için çağrısını görünce yazdığım şiirlerden birini yolladım.
Cem kurtuluş
Şiirmekle, şiir üzerine düşünmek arasındaki dağıtım belbağlamışlığıyla
kafamızdaki kepek ve geceleri aynı kepeği var eden tırnak; okyanustaki kum ve ağaç kabuğunun arasında da bi bel var ki
şiirdik çünkü tırnaktaki bu törpüleyici sesin gücüne kulak vermemek elde değildi;
Döndü tırnak, ezildi ama bizi hiçbir zaman yalnız bırakmadı sadık dost.
Sonra kaşınmaya hep birlikte devam ettik;
tokat attık, şiirdi; yedik şiir.
Sayıklamalı gecelerde eriştiği burun deliklerinden akan kan, bir ölünün ardından alnımıza sürdükleri çocukluk kanları, hep şiir.
Kaşındık çünkü ağaçta hep bişeyler çürüdü -
kimi elma hiç düşmedi, kimi vişneye hiç karga.
Mesela kitinde çölün muradına erdi arzu;
çöpün hafızasında plazalar dikti yokoluşu öğrendiği dinazorlara anıt;
can maddeye yattığında ölmeye de yattı,
hem de kabukta tırnakta kitinde deride
işlevi olarak bunu varoluşun şartı koştu.
Şiirmenin bilincinden bahsedeceksek bu başat suç ortaklığını da unutmayalım.
kendinizi bazen bir ölünün ceplerini arar, üzerini bulaşık eldivenleriyle örter, cüzdanını düzenler, şiirini gasp ederken bulursanız,
şaşırmayın, tamamiyle normaldir.
O derin çürümüşlüklerden sıvazladıklarımızın, derinlemesine giriştiğimiz oruçların, kulak kirlerinin sonunda içimizden çıktığı anların, 40 derece ateşlerin, boşalmaların, uyurgezer adımların ferahlığa vardıkları soğuk fayans taşlarının; açılan kanalların, çıkılan dorukların, kırılan dengelerde geçilen ırzların, nehrin tek yatağının ölüm olduğunu nasıl inkar edebiliriz ki?
Sonra vapur koridorlarına karışır yine bekçiler,
çöpçüler sokağa, kaplan zamana,
sen çekmecede bir çorap gibi sürekli sığmayı beklediğin kefenlerden
romatizma dizini kütletecek depremlere.
şiiriyorsak, işte o depremlere bel bağlamışlığımızdan şiiriyoruz, dostlar,