» ölen arkadaşlarıma sesleniyorum: uzun yaşayacağım diye korkuyorum, o kadar uzun yaşayacağım ki sizi kaybettiğim zaman yerinden kopmuş gibi hissettiğim sağ kolum bir kertenkele kuyruğu gibi uzayarak geri çıkacak, korkuyorum, tekrar çıkan kol fikrinden iğreniyorum. hayat o kadar uzayacak ki yeni bir anlam bulmak zorunda kalacağım. yeni bir anlam ihtiyacının ucu göründü, bunun korkusunu şimdiden yaşamaya başladım. bana sorulan hiçbir soruya cevap vermek istemiyorum, susmak istiyorum. bu duygumu kime açsam saçmaladığımı düşünüyor. nasıl gençliğin anlaşılma problemi varsa yaşlılığın da anlaşılma problemi var, kimse yaşlanmaya başladığınızı kabul etmiyor, gençliğin gölgesi devamlı peşinizden geliyor. bence tam zamanında gittiniz, kalsaydınız benim gibi olacaktınız, mezar ziyaretlerinde içinizden "beni burada bıraktınız" diye yükselen bir kızgınlığı fiyakalı düşüncelerle bastırmak zorunda kalacaktınız. bilmem, belki daha da ileride o dost mezarlarına kimse görmeden tükürdüğüm günler de gelecek.
» "dünyada yaşanılan şey"e "hayat" demek bana yetersiz geliyor, "hayat" daha çok insan olma mesleği gibi... icra ettiğimiz şey. insanın doğumdan ölüme "dünyada yaşadığı şey" hayattan daha büyük bir anlama sahip. ama işte sanırım ben o "büyük anlam"la ilgili, son zamanlarda, büyük bir hayal kırıklığı içindeyim. bunca yıldır dünyada başarıyla anlam bulan tarafımın tam karşısında paralel olarak aynı derinlikte anlamsızlığı kaydeden bir göz varmış. yoksa nasıl olur da anlamsızlığın getirdiği hayal kırıklığına bu kadar hızlı uyum sağlayabilirdim. [ wilfred ] bion'un başka bir bağlamda söylediği şeyi hatırlatıyor bu bana: "bir göz kör olabilir, ama diğer göz her şeyi görür."
» "ben o defteri çoktan kapattım" diyerek benim ( defteri kapatamayan ) ikircikliliğimde "çelişki"ler buluyorsun. senin "çelişkili" diye eleştirdiğin "açık defter"e ( bu süreğen zihinsel konuma ) ulaşabilmek için ben bütün hayatım boyunca kendime karşı mücadele verdim. şimdi de defter kapatmayı sevenlerin eleştirileriyle mücadele ediyorum. defter kapatmaya insan zihninden başka bir yerde şahit olmadım. insan sever argümantasyon tamamlamayı. kapanmış defterin, sonuca bağlanmış bir akıl yürütmenin "ben" olmadığını zamanla öğrendim, o ben "ben, bir başkasıdır" ( rimbaud ) önermesindeki "ben"dir, takviyesi dışarıdandır, açık defter ise bir başkası olmayan "ben"dir. ( bir başkası olmayan ) "ben" olmak için tamamlanmamanın yoksunluğuna katlanacaksın. her defter kapandığında bir insan insan olma özelliğinden bir şeyler kaybediyor bence. açık defteri taşıması zor, ama ben buyum, bunu kabul et, daha ne yapayım, alnıma "açık defter" mi yazayım?
» kim derdi ki gün gelecek, senin yanında biri, senin çok iyi bildiğin bir konuda yanlış bilgiler vererek havalı havalı konuşacak, sen hiçbir şey demeden, bilgileri "o öyle değil" diye düzeltmeden, sessiz sedasız dinleyeceksin, doğallığı bozmayacaksın… daha yüzde yüz böyleyim diyemem, ama bu dinleme hali benim kendimi bile şaşırtacak kadar çoğaldı. sanırım bilgi düzeltmekten, yorum paylaşmaktan bir şey elde edemeyeceğimi öğrenmekten gelen bir suskunluk bu. bir de şu var: düzeltmiyorsun, çünkü nasılsa yanlış bilginin rivayeti kadar güçlü bir rivayet de düzgün bilginin rivayetidir, bunu öğrendin artık, her iki rivayet de beraber el ele yaşar, bir yenişme olmaz.
» bir arkadaştan çok bir kürsü gibisin. kürsü, yani bir fakülte birimi. fakülteyi "meleke" anlamında kullanıyorum. sanki arkadaş değiliz de sen o "meleke"de görevlisin. sanki "kuruluş" amacın o, ondan varsın. bu görevden milim sapmadan, her zaman anında bir refleksle o melekenin savunmasındasın. meleke ( fakülte ) de senin dışında bir şey değil, sensin. kendi kendinin kürsüsüsün. kendi birliğini savunmak için saldırıyorsun. ben arkadaş arıyorum, meleke kürsüsü değil. dinleyen birini, dinlediğim birini arıyorum. bulunduğun kürsüyü her ne pahasına olursa olsun savunduğunu görmek beni senden uzaklaştırıyor. üzüyor da. üzülüyorum, çünkü kürsünün eli tutulmaz. insan kürsüye sarılmaz. kürsülerin kulağı olmaz. kürsüler dinlemez. kürsüler sapmaz. ben kürsülerden daha aşağıda bir yerlerde dolaşmak istiyorum. ölümlülerin, romantik evsizlerin yanında. sen her zaman her şartta büyük adamsın. hazırlığın daha da büyüğe, hatta en büyüğe. ama bir türlü "daha büyük" için yeterli patlamayı da gerçekleştiremiyorsun. beklemedesin hep. niye? o patlama için bir duyguya mı ihtiyacın var? o duyguyu kürsüde bulamazsın, in aşağıya, kürsüde patlama yaratabilecek olsaydın çoktan yaratırdın. in, bir de aşağısını dene. kendin hakkında yeteri kadar ders verdin bize.
» başka bir imkân varmış da onu kaçırıyormuş gibi davranmaktan vazgeç. bak işte kalktın, bu senin evin. oturma odasına doğru yürüyen sensin, bu bacaklar senin, şu ilerideki sehpada duran kitap dün gece yatmadan 69. sayfada bıraktığın kitap. sen tıkırtı yaparsan bu sessizlik bozulacak, kahve yaparsan mahmurluğun azalacak. başka bir şeyin imkânını denedin, o denemenin içinden bu çıktı, kabul et. bu, işte o imkân arayışının sonucunda elde ettiğin imkân... elde edemediğin ile var değilsin, elde ettiğin ile varsın, sağa dön, mutfağa gir, kahveni koy. bir kadın gibi davran, mevcut imkânı yaşa, kadınlar imkân değerlendiricidir, o yüzden onları örnek al, bas düğmeye artık, başlasın. bir rüzgâr gelir, sert eser, sağ kulağını koparır alır, hayatına sağ kulağın olmadan devam edersin. sağ kulağının hikâyesini anlatmayı kes, geride bırak. sansürsüz ortaya koyduğum bazı şeyleri daha da sansürsüz haliyle yaşamayı öğrenmeliyim, başta kendi duygularımı. mevcudun gestaltı - bunu unutma, kadınların gestaltı, kadın ol, mevcudun içinde dolan.
» ( kendime soruyorum ) hatırlar mısın, bir sürüklenme gecesinin sonunda, sabah saat dörtte eve gelmiştin, annen gelişinle uyanmıştı, biraz oturmuştunuz, sonra annen kalkıp o saatte sana domatesli pilav ısıtmıştı, bütün gece dışarıda aradığını, sevgiye aç koca bir kâinatı doyuracak kadar sevgiyi o pilavda bulmuştun. sobayı yakmıştınız. çay içmiştiniz. mevcut güzelleşmişti, mevcut seni doyurucu bir hale gelmişti, sürüklenme bitmişti. baban olsaydı o an sana öğüt verirdi, domatesli pilav vermezdi. olması gereken değil, o an olan, bulunan, mevcut... anne, mevcudun merkezi... iki aylıkken yüzüne çiş isabet ettirdiğin yakın mesafe.
» zihnindeki "gir" tuşuna basıp düşünceni başkaları için düzgünce toparladığın o "an"ı düşün... o an, aslında düşünceni niye ( başka türlü değil de ) "böyle" toparladığınla ilgili bir duygu sana seslenir. kısa bir an, fısıltı halinde. ama sen başkalarının önüne çıkma heyecanında olduğun için onu duymazsın. boşuna "yavaşla" demiyorlar. çünkü eğer yavaşlarsan o fısıltıyı duyarsın. aslında her şey çok basit dostum, egemenlik alanından kimse vazgeçmek istemez, o zayıflık olur, ama o zayıflık korkusunun orada seni yönlendirdiğini görmezsen de düşündüklerinin bir psikolojisi olmaz, psikolojisi olmayan düşünceyi de zamanla yel alıyor, görmüyor musun? sana seslenen bütün sesleri duyabildiğin yerin, psikolojisi olan düşüncenin merkezi de edebiyattır.
» işte yine biri türk şiirini anlatıyor. sus ahmet! öğren susmayı. çok anlattın, demek ki anlatmakla olmuyor, ya dediklerin yanlış ya bunları anlatacak insan sen değilsin, başka biri anlatsa belki olur. hem anlatacaksın da ne olacak? bu görevi sana kim verdi? kimsin ki sen, perspektif düzelticisi mi? sen kendi perspektifinden bak, her şeyi düzeltemezsin. anlat evladım, neydi? ha, evet, her şey berbattı, ikinci yeni geldi türk şiirini kurtardı...
» ferit edgü'nün "tüm ders notları"nda brecht'in bir cümlesine ( 116. sayfa ) rastladım: "toplum-dışı ( asocial ) eğilimlere hiç mi hiç karşı değilim; toplumsal-olmayan ( non-social ) eğilimlere karşıyım ben." bu cümlede öyle kalakaldım. hemen anlayamadım. toplumsal olmayan eğilim nedir acaba? mesela... bütün bir toplum gözle görülür bir haksızlığa karşı birden ayağa kalkmışsa ( ki bu nadiren olur ), sen orada durup onları ayağa kaldıran anlık umutla ( umudun aldatıcı bir şey olduğunu söyleyip ) dalga geçiyorsan, bu toplumsal-olmayan bir eğilimdir. umudun nihayetinde nafile bir şey olduğunu düşünmek ayrı bir şey, ama o an orada yükselen anlık romantizmle dalga geçmek başka bir şey. eğer o anlık insani tepkinin ( toplumsallığın ) romantizmini kaybetmişsen önemli bir şey kaybetmişsin demektir. gezi'de de o anki iyimserliğe anında bir refleks olarak burun kıvıranlar vardı. matt ridley "erdemin kökenleri"nde iyiliğin - dayanışmanın - yardımlaşmanın, türümüzün varlığını sürdürebilmesi için DNA'mızda kayıtlı olduğunu söylüyor. bu, toplumsal bir "öz"ün varlığını gösterir. dayanışmadan gelen anlık umut da bu "öz"ün getirdiği bir şey: bir tehdit karşısında varlığımızı korumak için birbirimize sokuluyoruz. bu sokulmayı - umudu refleks olarak küçümsemek "toplumsal olmayan eğilim"dir. diyelim ki iş refleksten çıktı, zihin şaha kalktı, umut fikri ( mesela dostoyevski'nin rus mesihçiliği, tanrının rus halkına kurtarıcı bir görev yüklediği kanaati gibi ) şaşaalı bir gelecek anlatısıyla buluştu, iş limbik refleksin ( DNA'nın sağladığı "öz"ün ) dışına çıktı... bunu eleştirmek, buna burun kıvırmak "toplumsal olmayan" bir eğilim değildir. toplumsal eğilimdir, çünkü biliyoruz ki fikirler tartışılır, anlatılar birbiriyle kapışır. birbirimize gayri ihtiyari sokulduğumuz anları ise "en temel" toplumsal değerlerimizden sayabiliriz bence. ben umuda karşı değilim. umudun olmadığı bir dünya düşün, o mad max dünyası olurdu, ben istemem, korkarım. bu korkuyla türdeşime yaslanırım, basit sevgi kadar güzel duygu var mı?
» tanıdığım şairler arasında cahit sıtkı tarancı'dan sevgiyle bahsetmeyen birini görmedim. ilhan berk de bunlardan biriydi. zaten "cahit sıtkı tarancı için yazıt" şiirinde bu sevgisi çok belli. "dünyanın iyi şairlerinden biri" demiş tarancı için, ilhan'ın bunu böyle kolay kolay söyleyeceği bir şiiri de yok tarancı'nın, bu nitelemeyi sevgisinden söylemiştir, ayrıcalık tanımış tarancı'ya. çok gençliğinde, 30'larda etkilendiği bir dönem bile olmuş. bir de hatırası vardı: bir gün tarancı ile ( ihtimal 50'lerin başında ankara'da ) karşılaşıyor, tarancı ilhan'ın şiirlerinin her mısrada bir sigara yakmak isteği uyandırdığını söylüyor. ilhan'ın yorumu şuydu: "tabii daha eski şiirde vurucu birkaç mısra olurdu, bizim şiirlerde demek ki her mısra ayrı bir vuruculuğa sahipti." doldurma mısra azaldıkça metnin değeri yükselir, bu anıdan ben bunu çıkarmıştım. ben de çok severim cahit sıtkı'yı... 9 yaşımda, apandisit ameliyatı olduğumda, hastanede ne istediğimi sormuşlardı, "35 yaş" kitabını istemiştim, sahip olduğum ilk şiir kitabı buydu.
» yazmak, yazılanı anlamak bir marifetti yakın zamana kadar. demek istediğini okuyanın doğru anlaması için gerekli dil gayretini gösterebilen insanlara yazar denir, ( sanıyorum ) hâlâ öyle deniyor ama artık yazar olmayan herkes yazarak anlaşıyor. ne anlıyoruz gün boyu gönderilen anlık iletilerden, hiç bilmiyorum. gün boyu, uzunluğuna şaşırdığım "anlık ileti"ler alıyorum. cevap yazıyorum. gelen cevap çoğunluk "hayır, onu demek istemedim" oluyor. o zaman ne demek istediğini yazsaydın, madem ne demek istediğini o uzunlukta bile anlatamıyorsun, o zaman niye telefon edip anlatmıyorsun, ses ( yazıdan daha güçlü ) bir taşıyıcıdır, marifet istemez. sms'i icat edenin allah belasını versin. yürürken yazıyoruz, yürürken okuyoruz... olacak iş mi? koca bir toplumun duyguları her gün bu kara delikte kaybolup gidiyor. adı üstünde, "anlık" ileti... "kaçta buluşalım" - "dörtte" - "nerede" - "saat kulesinde"... bu kadar. yüz yüze konuşmanın yerini hiçbir şey tutmaz. iki insan arasındaki iletişimin ancak yüzde 7'si sözelmiş, geri kalan yüzde 93 sözel değil, mimiklerin, ses tonun, vücut hareketlerin, gözündeki ifade... sözel iletişimin yani yüzde 7'nin de ancak yüzde 30'u doğru algılanabiliyormuş. felaketi düşünün... - "sana yazarım" - lütfen yazma, çünkü yazmayı bilmiyorsun, ben de senin sandığın kadar iyi bir anlayıcı değilim. whatsapp'tan çıktım, sms faciası devam ediyor, keşke sms'i de telefonlardan kaldırmanın bir yolu olsaydı. ingmar bergman yaşasaydı da sms iletişimsizliği üstüne bir film çekseydi, gelen her uzun sms karşısında duyduğum korkuyla karışık çaresiz yalnızlığı bir tek o anlatabilirdi.
» anlamı kalmadı artık, bıktırdınız bizi... necip millet. kadim kültür. aziz ülke. nefsi ayaklar altına almak. bu topraklar. bu coğrafya. temel insani değerler. milli irade. mağdur edebiyatı. algı operasyonu. sözün bittiği yer. kürt, ermeni, laz, süryani, sünni, alevi, yahudi, hıristiyan, inançlı, inançsız bütün yurttaşlarımız. hak hukuk adalet. küresel ittifak. milletin kalbinde yer edinme. pozisyon almak. milli unsurlar. türkiye ekseni. bu ülkenin çocukları. küresel sistem. kadim insanlık birikimi. eksen kayması. yapıcı umut. gönül medeniyeti. gönül tespiti. müşterek bir medeniyet tasavvuru. hakikat fikri. vatan / millet / devlet / bayrak aşkı. susan dilsiz şeytan. tarihin doğru tarafı. tarihin takdiri... daha o kadar çok var ki topla topla bitmez. yediniz bitirdiniz bütün anlamları. dili ne sanıyorsunuz bilmem ki... bu kadar yükü kaldırıp hâlâ anlam işlevini sürdürebileceğini mi sanıyorsunuz? dilde en değerli bulduğunuz anlamları kendi elinizle yine dilde yok ettiniz. bence gelecek seçimde, politikacıları seçtiğimiz gibi, köşe yazarlarını da seçelim.
» saygıdeğer [ kk ] kimlikli kişilik... hadi yine zevahiri kurtardın. bugünün türkiye'sine yakışır şekilde büyük büyük sözleri birbirine ekledin. şimdi o fasıl tamam. zannın odur ki kimlikli kişiliğin senin hayal ettiğin şekilde çiziksiz yoluna devam ediyor. dediğim gibi kimlik faslını atlattın. etraf sessizleşti, konu kapanmış görünüyor. ama biliyoruz ki içsesler öyle kolay susmaz. onlara "hodri meydan" diyemezsin. onların aç kapa düğmesi yok. kimliğine çalıştığın kadar biraz da edebiyat çalışsaydın bunu bilirdin. peki şimdi ne durumdasın? merak ediyorum. çünkü işin aslını en iyi sen biliyorsun: zevahirin gerisinde yalnızsın, tezsizsin, savsızsın, iddiasızsın. yıllardır adeta tıpkı bir kurum gibi ( kendine yakıştırdığın ) kurumsal kimliğini koruyorsun. insanların kurumsal kimliği olmaz. olması istenir ama o kimlik tutmaz. iyi ki tutmaz. şükür... insan derinliğinin ( bu yüzeysel kimlik karşısında ) tek garantisi o içseslerdir. ne diyor sana o sesler? orada da zevahiri kurtarabiliyor musun? orada "zevahir" yok ki kurtarasın. dışardan zevahiri kurtardın, bakalım kendini nasıl kurtaracaksın...
» 2010 yılından beri aramızda en büyük hamleleri özgür [ ali özgür özkarcı ] yaptı, en radikal adımları özgür attı. heves'in sessiz ortağı olarak girdiği 2010'larda 2 yayınevi kurdu, 5 şiir - 4 şiir eleştirisi - 1 inceleme kitabı yazdı. toplumcu şiirin en önemli son kuşak şairi oldu. aramızda bir stadyumda şiirini yüksek sesle okuyan ilk ( hatta tek ) şairdir. türk şiirini değerlendirirken kendine has bir topografik harita çizdi. resmi eleştiri paletinin dışına çıktı. "cetvelle çizilmiş dağınıklık"taki "sıfırlı yıllarda şiirimizde deney/im'e eleştirel bir katkı" yazısında kuşağının macerasını bayağı sivri kavramlarla yorumladı, bilen bilir, yaptığı bu ülkede yürek isteyen bir şey... polemikten hiç korkmadı, fikren beraber yürüyüşümüzü her zaman savundu. hem yeni şairlere hem değer verdiği eski şairlere sahip çıktı. edebiyat bilmeyen şairlerden olmadı. eski dönemleri anlamak için okudu, taradı. "eğer özgür varsa, demek beni izleyen anlayan biri de var" - bu duyguyu her zaman bize yaşattı. yoldaşlıktan bahsetmiyorum, yoldaşlık var o ayrı, özgür'ün meraklı tarayıcılığından söz ediyorum. bütün bunlardan sonra çıkardığı hikâye kitabı "dört köşeli kambur" beni en çok şaşırtan kitabı oldu. özgür'den okuduğum en yetkin kitaplardan biri bu hikâye kitabı. tarihle hesaplaşmanın insanı düşündürüp değiştirerek yapıldığı en etkili alanın sanat olduğunu düşünenlerdenim hep, izzet'in [ yasar ] "ester kyra"sı gibi mesela... ermeni meselesini bu kadar edebiyatın içinde kalarak anlatan başka kitap okumadım, özgür meğer doğuştan bir hikâyeciymiş. "dört köşeli kambur" için bir adana anlatısı desen, evet adana anlatısı... insan portreleri desen, evet insan portreleri... ermeni meselesiyle yüzleşme dersen, evet ermeni meselesiyle yüzleşme... deneysel anlatı dili dersen, evet hepsinden önce bu... şiirle ( hatta lirik şiirle ) düz ( hatta dümdüz ) anlatı bayağı matematiksel bir formülle el ele... özgür'ün hikâye yazmaya devam etmesini dilerim.
» özgür'ün [ ali özgür özkarcı ] hikâye kitabını bu kadar çok sevince özgür'den ayrılamayarak ece ayhan hakkında yazdığı kitapla devam ettim. ece ayhan'la ilgili kafam her zaman karışık oldu, ta başından beri. benim sevdiğim ece ayhan bakışsız bir kedi kara'nın ( 1965 ), ortodoksluklar'ın ( 1968 ) ece ayhan'ıdır. daha sonraki ece'ye ( yalan yok ) her zaman mücadeleli bir uzaklığım oldu. belki "dinar bandosu" dönemini naklen izlemiş olmamdandır, sevmezdim onun "dinar bandosu" kurma isterisini. kabul ediyorum ki ece'ye duyduğum "sinir" ( doğru kelime budur ) belki ancak bir ruhçözümlemesi ( ece'nin değil, benim ruhçözümlemem ) yardımıyla çözülecek bir karmaşadır. tiyatro buluyorum ecegillerin "etik" diye kabullendiği şeyi, idris küçükömer'e dayandırdığı "söylenen" bakışıyla da bugünkü türkiye'yi anlamanın imkânsız olduğunu düşünüyorum. fakat "insan şiirini kurarken devrin egemen bazı şairleriyle dövüşür, onları dışlar, dolayısıyla uzun vadede biraz ihmal etmiş olur" düşüncesiyle ece ayhan dünyasına yıllar içinde birçok sorti yaptım, yalova köyüne gidip mezarını bile ziyaret ettim, ama olmadı. ( dediğim iki kitap dışında ) "sinirim" sabit kaldı. özgür'ün kitabında ece ayhan şiirini şiir öncesi yazdığı hikâyelere birebir bağlaması, bu bağları tespit etmesi, tahkiyenin dönüşümü fikri özgün bir saptama... ecegillerin resmî ece ayhan değerlendirme paletinin epey dışında şeyler söylüyor. ama özgür'ün kitabından sonra da aynı şey oldu, duygularım değişmedi. bu yazdıklarımdan dolayı bütün ecegillerden özür dilerim. malum, ( bir ecegilin tüvitırda benim için dediği gibi ) "boş tartışmaların adamıyım". kitabı okurken, edebiyat eleştirisi karşısında ( sırf bu kitapta değil, genel olarak ) yaşadığım bir duyguyu yaşadım. kendimi yine müzik kabiliyeti konservatuvara girmeye yetmemiş mahalle çocukları gibi hissettim. acaba niye, yıllardır edebiyatla ilgilenmeme rağmen, edebiyat eleştirisinde kullanılan dil karşısında sokağa düşmüş gibi açıkta kalıyorum? niye psikanalistlerin yaptığı edebiyat yorumlarını okuyunca, kavramlar daha çetin ceviz olmasına rağmen, kendimi yuvamda hissediyorum? mesela "sözce"... özgür de çok sık kullanıyor bu kavramı. yıllar içinde çok insan bana yardım etti "sözce" kavramını anlamam için. hem türkçeden hem ingilizceden okumalar da yaptım. kavrıyorum kavramasına, ama "anlamıyorum", nedir yani bu sözce? sözce... sözce... sözce... neyse, bu kitabı okurken de maalesef yine konservatuvarın kapısında kaldım.