» drülütt'ü yazdığım sıralarda ülkede olan biten her şeye bayağı sinirliydim. "yeni türkiye" hakkındaki fikirlerin arkadaşı arkadaştan ayırdığı zamanlardı, buna daha alışmamıştım, sürekli değişen zıypak bir zeminde her düşünce bizi birbirimizden ayırıyordu, devamlı değişen bir akp'nin bize yaşattığı büyük saçmalık… ben kimseden ayrılmak istemiyordum. hele fikirler yüzünden hiç ayrılmak istemiyordum. ayrılığı hiç sevmem. otelde yan odada kalan insan benden önce otelden ayrılır da odasını boşaltırsa bunu ayrılık sanır, o boşluğun sıkıntısını hissederim, o kadar dayanıksızım ayrılığa. neyse, "fikirler ayırır, duygular birleştirir" yazdım drülütt'e. ne kadar basit bir çağrı değil mi? hatta kapağa da taşıdık bunu. izzet [ yasar ] de beğenmişti bunu, çünkü fikirler bizi mecburen ayırmıştı.
aylar geçti. bir gün tüvitırda biri bu sözü tüvit etti. ben sözün sahibini ( beni ) anmadığı için kızdım ( haha ). nasılsa önce google'a baktım, şaşkınlıkla öğrendim ki o söz goethe'ye aitmiş. halbuki ben onu goethe'den okumamıştım. bundan emindim. fikirlerin insanları çatır çatır ayırdığı bir dönemde aynı şeyi hissetmiştik, gerçek buydu. drülütt'ün ( parçalı ham'la aynı cillte) 2. baskısında tabii ki goethe notunu ekledik. buna "çoklu buluş" ( multiple discovery ) deniyor. bilimde de var. bilimsel buluşlar birbirinden bağımsız araştırmacılar tarafından aynı dönemde yapılabiliyor. aynı dünyada yaşıyoruz - aynı dünyaya bakıyoruz - dünyaya ( çoğu zaman hiç farkında olmadan ) bizden önceki yazarların koyduğu çerçevelerden bakıyoruz - bu çerçeveleri yendiğimizi sandığımız anda bile bizden önceki yazarların zamanla "kurduğu" bir dilin içindeyiz, dil de öyle sandığımız gibi çok yetenekli bir şey değil. öyleyse yazdıklarımızın, düşündüklerimizin yüzde kaçını eski yazarlara borçluyuz, yüzde kaçını onlar bizim kalemimizden yazıyor acaba? bence en az yüzde 80.
» ismet özel "tersinden edebiyat tarihi" yazıyor. 9 Kasım 2018 tarihinde yayımlanan "mukaddeme 5"te yaptığı "şuur delisiyim ben" tespiti, ismet özel'in şimdiye kadar en şeksiz şüphesiz katıldığım önermesi oldu. hakkında emin olduğum bir şey varsa, onun tamamen "yazarak düşündüğüdür." yazı, şuurun ta kendisidir şüphesiz. hepimiz yazarak düşünüyoruz. yazı, düşüncenin yalnızca taşıyıcısı değil, malzemesi de. yazdıkça yazdığımız bir önceki cümlenin yazmakta olduğumuz cümleye kurduğu terbiye edici bir baskı var. şu anda ben yazmak istediğimi cümlelerin birbiriyle zincirleme ilişkisi sayesinde becerebiliyorum. yazı bir uygulama ( app ). şimdi söylediğini unutup geçemezsin bir sonraki cümleye, o ayrı bir uygulama, edebiyatta bazen kullanılıyor, teknikleri var ( cut-up ), düşünce yazımında yaygın değil. yazarken uygulamanın tamamen esiri olduğunuz anlar vardır, bir önceki cümlenin baskısı ikinci cümle için bir esaret yaratır, ikinci cümlede birinci cümledeki önerme için hafif bir taviz verirsiniz, çünkü "mantık silsilesi" bunu gerektirir, bu tavizle birlikte artık ok yaydan çıkar, yazı denilen uygulayım çaktırmadan bir özerklik kazanmaya başlar, bir önceki cümlede öyle dediğime göre peki bu cümlede bunu böyle diyebilir miyim - hımm, şöyle dersem o ilintiyi kurtarmış olurum - peki ama o zaman şu soruyu sormam gerekir - sorayım bakayım - sordum - tamam cevabını şuna bağlayabilirim… kompozisyon dedikleri budur, adına konmuş ders var, ödüller var. bir çeşit düzen deliliği. tabii bunun sonu bir masanın üstüne yayılmış saygıdeğer bir "pafta" olur: bir düşüncenin sicil durumunu gösteren parselleme çizgilerinin bütünü. "yazarak düşünme" diyebiliriz buna, arada kafanı kaldırıp en nihayetinde ne dediğini geniş bir nefes alarak kendine sormadığın düşünme türü, hiç şenliği olmayan düşünce türü.
dikkat edin, ismet özel'e biri bir şey sorduğu zaman konuşması yavaşlıyor, sesli bir şekilde yazmaya başlıyor, çünkü "şuur delisi" ismet özel'in düşünce dünyası yazılı bir dünyadır. arada başını kaldırıp bakarak düşüncelerini korkmadan sınava sokmadığı için de bence onu anlayacak narodnik kalmamıştır.» izzet'in [ yasar ] 160. kilometre'den çıkan bütün kitaplarının arka kapak yazılarını ben yazdım. girin bir online kitap satış sitesine tek tek okuyun. etrafında tartışmalar dönen bir şairin, hatta şöyle diyeyim bu tartışmaları çağıran ( hatta şimdi yukarıdan bakıp -kih, kih güldüğünden emin olduğum ) bir şairin benim içimde gelgit yaratmaması mümkün değil. ben kıç deliği açıkta gezen şempanzelerdenim, duygularımın böyle açıkta gidip gelmesini kimse yadırgamasın. her şey iki insan arasında olup bitmiştir, düz bir çizginin imkânsız olduğu bir alanda. o alanda düz çizgi yalancılara mahsustur, ikiyüzlülere.
» odtü mimarlık'ta her dönem sonu meşhur jüriler olurdu. dönem projeni çizer, 15 kişilik jürinin önüne çıkardın. bir arkadaşın evinde, jüri için sabah akşam çizim yapıyoruz, arkadaşın babası da mimar. gelip gidip bakıyor bize. biz odtü ukalasıyız, kendimize göre bir vokabülerimiz var, pencereye neredeyse "görsel geçiş elemanı" diyecek kadar ukalayız. baba da itü mezunu, bizim için eski tarz bir mimar. adamcağız geliyor gidiyor bize mimarlıkta önemli olan 3 şeyi parmaklarıyla sayarak hatırlatıyor: "fonksiyon, proporsiyon, konstrüksiyon". yıllarca bununla dalga geçmiştik. şimdi düşünüyorum, adam ne kadar haklıymış. kullanana hizmet verecek, içinde dolaşabileceksin, inşa edebileceksin. bu üçünü bize hatırlatıyordu temel bilgiler olarak. arada modern öncesine kulak vermek lazım.
zaten modern üstüne gerçekten dikkatli bir biçimde düşünüyorsanız, modern sandığınız şeyin öncesinin sesini de duyarsınız.» nasıl statükonun dili "lapa gibi tutarlı" ( pound ), sürprizsiz ise, statükoya karşı çıkan yazıların da dili öyle "lapa gibi tutarlı" olmaya başladı. hep aynı laflar: sınır ihlâlcisi… yersiz yurtsuzluğun deneylem alanı… yersiz yurtsuzluğunun izini sürer… şiirin kılcallarından girer… dünyaya kafa tutar…. ve saire… ve saire… şiirde "zihin" her zamanki gibi cesur birkaç şiirin içinde yaşıyor, şiir üstüne kavrayış ( şiir eleştirisi ) fiyakaya dönüştü. hayır, çocuğumuz da yok ki… niye ortaokul müsameresi izleyelim?
» kendi başına düşünebilen düşünce. kendi kavramını kendi bulabilen düşünce. düşüncesini düşünebilen düşünce (mallarmé). kendini ayakta tutan makineyi dışarıdan destek aramadan çalıştırabilen şiir. - bu saydıklarım her zaman dost oluyor, dost arıyor, çabuk düşman olmuyor. çabuk düşman olan, dışarıdan destek arayan yetersiz düşünce oluyor.
» eskiden böyle miydim? şimdi olduğu gibi içimde ara sıra beni ele geçirip "ver şu cahile ağzının payını" diyen, dizginlemekte bazen zorlandığım bir "dalaş canavarı" var mıydı? yoksa bu dalaş heveslisi, "ben sana gösteririm"ci benim bilinçaltı benliklerimden biri değil de çevrenin çapaçullaşması paçozlaşması sonunda mantıksızlığın hadsizliğin ayağıma basması, canımı sıkması yüzünden ortaya çıkan yeni biri mi? bazen bunu ayırt etmekte zorlandığım oluyor. bir tarafım "gün boyu topladıklarını sonunda geceye gömmeye baştan gönül erdirmiş" bir esrarî olmak ister, ister ama mümkün mü? diğer bir tarafım cevap vermek ister, yüksek sesli bir cevap, zihnim bu cevapçının hizmetinde epey yol aldı 2005'ten beri. "mesele nedir" diye sorulduğunda sana "mesele yok" diyen ama her hareketi sende "meseleye ait" bir saldırı duygusu uyandıran pasif agresif tavır da hiç bana göre değil, sevmem hiç, en zorlandığım insan türü pasif agresif ruh durumuna sahip insanlardır. battal gazi gibi açıkta dalaşmayı tercih ederim. o yüzden dalaşçı bana hakim olduğunda kendimi sakinleştirmiyorum. ama dalaşçının hakim olmaması için bildiğim bütün temrinleri uyguluyorum. esrarî ile dalaşçının arasındaki dalaş benim varoluş mücadelem, üstüme bir sopa kalkmışken esrarî olmak istemem. kimse de bana üstüme sopa kalkmadığını söyleyemez, kalkıyor. ama can [ eskinazi ] bana "sürekli birisini döver gibi yazıyorsun" dedikten iki gün sonra bloğumu kapattım. dalaşçıyı dizginlemeyi hayatın önüme koyduğu bir görev olarak görüyorum. dalaşçıyı öldürmem, başta sorduğum soruya dönersem, çapaçula cevabı dalaşçı veriyor, ama yazdığım her şeye sızmasına izin de vermem.
bunun için verdiğim mücadele de dıştan gelen bir mücadele değildir, içten gelen yapısal bir mücadeledir, görünür olmayan şeyleri görünür kıldığım zaman verdiğim bir mücadele, yazarlık mücadelesi.» ayşe kulin'in "marka denince midem bulanıyor" cümlesini poster yapıp işyerinde odasına asan benden başka reklamcı oldu mu bilmem, ama insandan marka yapılmasına duyduğum tiksintiyi anlatan şiirlerim bilgi değiştirme ( manipülasyon ) yöntemiyle sanki marka olmak istiyormuşum gibi sunuldu. bunu gördüm. ortalama zekanın kendini garantiye alma yöntemi olan swot analizini kullanmayı çalışma yerimde yasaklayan biri olarak marka olmak için swot analizi yaptığım da söylendi. bunu da gördüm. bilgi değiştirerek ( manipülasyonla ) kendine yer hazırlamanın feriştahını ( tabii akp liderinden sonra ) şiirde şairlerde gördüm. daha neler gördüm. çok şey gördüm. bunaldığımda her zaman kendime "ahmet, bu işlere ( şiire, edebiyata ) neden girdin unutma" dedim. yazmaya masum duygularla başladığımda 15 yaşındaydım, 22 yaşına kadar menzile mesafeli kaldım. sonra, 1977'de açılan kapıdan girdiğim yerin aslında bir erkekler hapishanesi olduğunu zamanla anladım. fransız guyana'sında, geceleri gardiyanların korkudan kapıları dışarıdan çifte kilitlediği, ne olursa olsun içeri girmediği meşhur erkekler hapishanesi.
» yazdıklarım hakkında "eleştiri" hiç yazılmadı değil, yazıldı, ama neden yazdığımı, ne yazdığımı bana gösteren bir yazı yazılmadı. neden yazdığımızı, ne yazdığımızı da çok iyi biliyor değiliz, onu bilmek uzun bir süreç, şu an da dahil her an içindeyiz o sürecin. edebiyat eleştirisinde daha çok "bakmayın siz ona" tavrı vardır, "öyle dediğine bakmayın, işin aslı budur." ben neden yazdığımı, neler yazdığımı edebiyat eleştirmenlerinden değil, psikanalistlerin yaptığı edebiyat okumalarından öğrendim. psikanalistler de yazarı değil, metni (belki biraz da metnin karşısında kendilerini- okuru) analiz ediyorlar [ andré green ], ama metnin analizi "ben"im için iyileştirici, öğretici oluyor. psikanalist metni, metin karşısında kendini analiz ederken ben onun analizinden ( metninden ) bilmeden dolaştığım yerleri öğreniyorum, ( kendimden bir türlü ayıramadığım ) metnimin benden çıktıktan sonra dolaştığı yerlerin analizini yapıyorum. tabii eğer ruhsal olanda bir gezintiye niyetim varsa. yoksa zaten yapacak bir şey yok. net kesin şeyler halinde tanımıyor insan kendini. metin elden ele geçerken ne olup bittiğini takip etmek, bizden çıkan ineğin nerede otladığını seyretmek de yazma eyleminin içinde. öğrenim orada da devam ediyor. "i have always depended on the kindness of strangers" ( yabancıların yakınlığına her zaman güvenmişimdir ), tennessee williams.
» mehmet davut özdal, "ciddi mi - dalga mı geçiyor" diye merak ettiğimiz, ama bunu tam ayırt edemediğimiz, her yaptığı şeyde bize hep bu soruyu ( ciddi mi - dalga mı geçiyor ) sorduran bir "memo" karakteri yarattı.
ben şanslıyım, mehmet'i de memo'yu da dergi sayfalarından ya da videolarından değil, gerçek hayattan tanıyorum. mehmet mi memo mu - o geçiş anlarına çok şahit oldum. mehmet neşesini memo'dan, memo melankolisini mehmet'ten alır. geçişkenliği vardır bu iki "persona"nın ama memo kesinlikle mehmet'e eşit değildir. memo daha çok videolarda, şiirlerde, yazılarda, dergilerde yaşar. tanıdığım mehmet'in başlangıçtaki büyük utangaçlığı zaman içinde büyük bir melankoliye dönüştü, ama memo neşesinden hiçbir şey kaybetmedi. memo, mehmet'e eklenmiş bir sürü karakterdir: bruce lee, muhammed ali, yılmaz güney, cüneyt arkın, battal gazi, sagopa kajmer gibi çok baskın etkiler dışında bizim görmediğimiz ama mehmet'in gününe girip çıkan onlarca insan. çay içerken yanımıza yalnızca bir çay içimi yanaşan birini aynı günün akşamı mehmet'in nasıl memoca bir video kaydına dönüştürdüğünü gördüm. bazıları memo'yu mehmet sanıyor. evet, mehmet'tir, onda bir şüphe yok. ama mehmet, memo değildir, bu da kesin. mehmet, şiirimizde herkesin girmediği bir alanda dolanıyor. memo'nun arkasında bildiğimiz bir şair tipolojisi yok. bildiğimiz şair tipi, meseleye hakim bir donanıma sahip, haydeger'den girip trakl'dan çıkan bilge - kamil bir şair. mehmet davut özdal, bu değil. mehmet, her gün gördüğümüz, şiirde malzeme olarak kullanmayı aklımıza bile getirmediğimiz alelade tipleri, mesela çaycıda gördüğü bir tipi alıp önümüze getiriyor… bu tipi başka bir sürü tiple harmanlayıp bir edebiyat dergisine, bir şiir kitabına getiriyor. videolarıyla vimeo'da ( yani dergi dışı başka bir mecrada ) kalabilirdi, ama kalmadı. mehmet memo'yu biz şairlerin saygın bir mecra olarak gördüğü, saygın kalması için mücadele ettiği şiir dergilerine getirdi. zaten kıyamet de burada koptu. önce "gitsin komedyen olsun" dendi, sonra şimdilerde şiirimizin "cono"su ilan edildi. şairlerin bilgiye çok hakim olması şartı yok, zaten mehmet "bilgisiz" değil, bildiği şey başka… mehmet'e "bilgisiz" muamelesi yapanların da ne kadar "bilgili" olduğu tartışılır, yargılayan yargılanır da. şiir dergilerine girmiş bir "memo"nun yarattığı infiali kısaca "bu da şiir mi" sorusuyla özetleyebiliriz. bu soru bize bir şey hatırlatıyor mu? bana hatırlatıyor. bu soruyu iki yüzyıldır çok iyi tanıyoruz: "bu da sanat mı", "bu da roman mı", "bu da şiir mi"? mehmet'in yarattığı, kendine ( muhammed ali'den ilhamla ) "ben bir azizim" diyen, "yaşayan efsane" diyen, korkmadan imlâsızlaşabilen, gücünü kimsenin ne olduğunu sormadığı DTA'dan alan, kâh sevgi virtüözü olduğunu söyleyen, kâh testere olup "i want to play a game" diyen, şiirden kötüleri kazımaya yemin etmiş bir cengâver olan, kendiyle röportaj yapan, bazen hakikat bazen yapıntı olarak algıladığımız, sokaktan getirilmiş ( hem dilde hem davranışta ) alelade imlâsızlıklarla dolu "memo", bana sorarsanız aslında andy warhol'un "campbell's çorba konserveleri"ne denktir. böyle alelade şeylerin, mesela bir mercimek çorbası konserve kutusunun bir resim tuvalinde hatta bir resim sergisinde ne işi var, değil mi? kültürümüzdeki "bahçelerde börülce / oynar gelin görümce" kanalından haberi olmayanlar için "uzun ince kıvrılır kaka / ötücü bir kuştur saka" da nasıl bir şiirdir, değil mi? bu da şiir mi? bunu ben de yazarım… yazabilirdin tabii, ama yazmadın işte, bunu yazıp bir şiir iddiasıyla ortaya çıkmadın, çıkamazsın, korkarsın. "memo" korkmadı, çıktı. yani bir mercimek çorbası konserve kutusunu bire bir kopyalayıp bir resim galerisine koydu. "galeri"nin kutsallığını bozdu. 2008'de ilk tanıştığım andan beri mehmet'te sevdiğim şey ortaya koyduğu - kullandığı bambaşka malzemedir. malzeme dediğin şey çok şeyi dikte eder. "efendimiz acemilik" malzemede yaşar. şiir olma potansiyeli herkese açık olan bildik malzemeden öteye geçebilmek herkesin becerdiği bir şey de değildir. malzemeyi değiştirme cesareti içeriden gelen bir şeydir, yetmiyor ki değiştiriyor.» yamyamlar sadece beğendiği insanların etini yer, bu sayede onların güzel özelliklerini içselleştireceklerini sanırlarmış.
» çok kavgalar gördüm, dahil olduklarım, dahil olmayıp şahit olduklarım, etrafımda dönen, içimde patlayan. sıkıntımı içime, melankolimi yazdıklarıma gömdüm. bugün hâlâ hiçbir şeyi layık olduğu kadar dile getiremedim hissini taşıyorsam, bu kendimi bir salsam kapkara bir heyulanın beni gelip kuyunun altındaki karanlık odaya sürükleyeceğinden korktuğum içindir. ölmekten korkmuyorum ama o karanlık odada nihayet her şeyi gören bir ahmet'ten çok korkuyorum. yazarak iteliyorum heyulayı. yaşlılıktan ölümden korkmuyorum, gerçekçilerin yaşlılığında ortaya çıktığını varsaydığım o koyu nafilelik hissinden korkuyorum.
» dil insanın vatanı yuvası değil sıkıntısı, yalnızlığı, zayıflığı, beceriksizliğidir, ( olumlu bir şey arıyorsan ) olsa olsa korkuya karşı sığınağıdır. dili kullanarak dilin dışına çıktığını sanmak ne büyük bir kibirdir.
» tarihi, güzel şeyler bulup bugünü aydınlatması için okuruz. ama her seferinde dünde bugünün aydınlattığı kötü şeyleri buluruz. bugünü sahiplenmek için başlarız, bugüne pişman oluruz.
» dönemler vardır, yok diyemem. biri bana "dünya değişti" dediğinde, bu söylenene ( dünyanın değiştiğine ) gönülden inansam bile, her seferinde içimdeki seslerden bir ses "nah değişti" der. akış ( flux ) karmaşıktır. değişti denilen, bir taraftan da hakikaten nah değişir. ama yine de kabul, dönemler vardır, bir dönem bittiğinde de ( bilin ki ) ne yaparsanız yapın o döneme geri dönülmüyor. her dönemin bir modernlik savunucusu çıkar, dönemin getirdiği yeniliklerin yeniliğini savunur, seni itip öne geçmek ister, çoğu zaman da geçer.
seni itip öne geçen şey çoğu zaman dilin sonradan sönümlenmeye mahkum bir parıltısıdır, devamlı "devir değişti" der, ama sonra o dönem biter, bakarsın daha önce bir adım önde olan o modernlik, devam etmekte başarısız olmuş, bir adım geride kalmıştır. zaten devamlılığa ait bir yenilik olsa seni itip geçmezdi, koluna girerdi. sen iyisi mi kulağını akıştan ayırma, eğer dilin bir görevi varsa derme çatma da olsa akışın kaydını tutmaktır. düşünmeyi öyle öyle öğreniyoruz. çok dönem gördüm, bir sürü de modern gördüm, modernlerden bir modern seç deseler ruhu geride bırakmayan moderni seçerdim, ruh neredeyse hemen onun yanına sıçradığı için modern olanı.
» türk edebiyatının perspektifi ile ilgili o kadar büyük cahillikler görüyorum ki artık hiç umudum kalmadı. yazısını şiirini beğendiğim yazarlar şairler bile, geçmişe dair öyle totolojileri tekrarlıyorlar ki bin defa düzeltsen düzelmiyor. bıktım bütün bu aptallıklardan. umudum yok artık. "da'lar de'ler ki'ler ayrı" savaşımını nasıl kaybettiysek şiir edebiyat perspektifimizi de öyle kaybettik. ben bıktım, bana ne? işte bu yüzden mutlaka dergi çıkarın. geçmişin en gerçek kayıtları dergiler. ama gidip dergilere de bakan yok.
okşamalıklarla geçiştirilen gün şiirin bu günü. canım, tatlım, aşkla, kalbimle… klişenin de bir namusu vardır, o namusla kullanırsan önemli bir şeydir, ama "namusu alınmış klişe" kadar pisliği az bulunur. hadi öptüm. kalbimle…» "pusillanimous" mehmet öztek ile hayalî ama ibretlik bir diyalog… - ben senin hamiliğin fikrine karşı çıktım, senden cesurca ayrıldım. - o olay öyle değildi. bana o sırada yazdıklarını dava kanıtı olarak saklıyorum. öyle anlatmak sana kolay geliyor. ama yalan. sen arkadaşlarınla rekabetten kaçtın, pusillanimous korkar… ama de ki öyle oldu, de ki sen sahiden benim hamiliğime karşı çıktın… özgürlüğü seçtin. karşı çıkalı neredeyse 10 yıl oldu. bu sürede benim hamiliğimi kabul ettiğini söylediğin şairler ( yani senden başka -o yıllarda birlikte olduğun- herkes ) türk şiirinde birer yenilik, kimseye benzemezlik, özgünlük ortaya koydu. hem de senin görüşüne göre benim hamiliğimin baskısı altında… peki, hamiliği reddeden, özgürlüğü seçerek kişiliğine sahip çıkan sen, sen ne yaptın son 10 yıldır elindeki bu değerli özgürlükle? ortaya sana ait, kimseye benzemez değerli bir şey koyabildin mi? - hayır, korkarım koyamadım. - o zaman devamlı övünüp durduğun bu hamilikten kaçma konusunu bana bir daha anlatır mısın, pek anlayamadım.
» mehmet öztek'e ek not. bu notu yalnızca necmiye alpay'a duyduğum saygı, hatta biraz çocukça sevgi yüzünden yazıyorum. yoksa natama dergisinin manipülasyonda fetö kıvamında başarılı olduğunu bildiğim için hiç cevap veresim yok. "pusillanimous mehmet" [ öztek ] natama'daki söyleşisinde benim bir ara özdemir ince'yi necmiye alpay'a tercih ettiğimi söylemiş. bak bak bak…
biz sustukça yalanlar artıyor. bu yalanlardan ne medet umuyorsunuz bilmem. bu tartışma 2010 yılında bir grup şair arasında yazışmak için kurulan bir blogda geçmişti. o blogda hatırladığım kadarıyla akif kurtuluş, osman konuk da vardı. tartışma bir an orhan koçak - özdemir ince karşılaştırmasına dönmüştü. ben orhan koçak'a herkes gibi saygı duyarım. kişisel tanışıklığım pek yoktur. fikirleriyle sık sık çatıştığım olur. özdemir ince'yi hiç tanımam. okuru olduğumu da pek söyleyemem. çevirilerini bilirim. onun "krala veda" çevirisi olmasa pierre schoendoerffer'i nereden tanırdım? "poesium" olayı bir rezalettir. kendisi beni hiç sevmez.
duyduğuma göre bir kitabımı "bu nedir" diye yere çalmışlığı vardır. ama ben onun inadını severim. fikirleriyle ilgim, bağdaşıklığım yoktur. fikrinde inatçı insanları sevdiğim için özdemir ince'yi de uzaktan severim. ona çoğu şiirsel kötülüğün suçlusu muamelesi yapılan bir tartışmada ben de bu "karşıtlıkların vodvili"nden çok sıkıldığımı söyledim. "orhan koçak'la ( mesela ) evde oturup çene çalsam, kapı çalınsa, özdemir ince gelse, koçak'ı gazanfer özcan vodvillerindeki gibi bir odaya saklamak istemem, vodvil beni çok sıkar" demiştim. olay bu. necmiye alpay'ın adı bile geçmiyor bu tartışmada. o blog kapanmadı, kamuya kapalı olarak hâlâ duruyor. şimdi o bloğu herkese açsak, "pusillanimous mehmet" ne yapacak acaba? yüzü kızaracak mı? ne umuyorsunuz bu yalanlardan? şiir devlet değil, darbe ile bir şey kazanamazsın, şiirle kazanırsın. neredeyse 10 yıl olmuş heves kapanalı. sor bakalım genç şairlere, heves dergisini okumayı bir kenara bırak, duyan bilen kaç kişi var? daha kaç yıl heves dergisi etrafında döndürdüğün yalanlarla idare edeceksin? bu işe biz şiir yazmak için girdik. şiir yaz. yazamıyorsan kusura bakma. heves dergisini çıkaranlardan biri olman seni hayat boyu idare etmez. etmediği de ortada.» berlin filarmoni'nin bir konserine gittim dün akşam. new york filarmoni'den tanıdığım şef allen gilbert'ün yönettiği bir konser. berlin filarmoni binasında. daha önce bu kadar görkemli bir konser salonu görmediğim için bende etkisi büyük oldu. dinleyiciler sahnenin etrafını bir ağ gibi sarmış, bu şekilde tasarlanmış. allen gilbert bagetini kaldırdığında seyircideki mutlak sessizliğe çok şaşırdım. ya bir son öksürük, ya sandalyelere son bir oturuşma, bir boğaz temizleme… bunlar hep olur. ama buradaki sessizlik sıfır desibeldi. prokofyev çaldılar. bu geceye kadar çeşitli konularda dalga geçtiğim "almanlık" durumu birden yeni bir anlam kazandı. her şey müziğin etkisini en iyi şekilde yapabilmesi için hesaplanmıştı. "müziğin etkisi" dediğimiz şey de ne kadar uçucu bir şey düşünün. bu uçuculuk etrafında örgütlenmiş bir mühendislik. müzik gibi uçucu bir ruhanîliğin etrafına kurulan bu rasyonel kabuğa hayran kaldım. "kabuk" derken binanın mimarisi, akustiği, orkestranın yetkinliği, icracıların ellerindeki alet üstünde hakimiyetleri, allen gilbert… "kabuk" diye bunu kastediyorum. uçucu ruhanîliğin ortaya en mükemmel şekilde çıkmasını sağlayan rasyonaliteden söz ediyorum. dediğim gibi, almanları daha iyi anladım, hatta bu konser beni buddenbrooks'tan bir sahneye attı. biraz iddialı olacak ama, thomas mann'ı sanki şimdi daha düzgün anladım. thomas buddenbrook, koca tüccar, lübeck gibi bir ticaret kentinin saygın tüccarı, köklü ailenin disiplinli temsilcisi… romanın bir yerinde ( baktım, 10. bölüm 5. kısımmış ) bir kitap okuyor. bu kitap, schopenhauer'un "irade ve temsil olarak dünya" kitabı. koca tüccar thomas geleneksel kurallar bütününü en mükemmel bir şekilde uygulayan biri olarak, bu kuralları uyguladığı için iç dünyasında ortaya çıkan gizli zayıflığa aynı kuralların yardım edemeyeceğini anlıyor, yalnızlığını hissediyor, yıkılıyor, ağlıyor. bir erkeğin çaresizliğini anlattığı için bu bölümü unutamamıştım. koskoca thomas buddenbrook elindeki kitapla duygusal sıkıdüzeninden bir anlığına da olsa kurtuluyor, düşünsenize. etkilenmeme rağmen o zamanlar tam da anlamamışım bu sahneyi. şimdi anladığımı düşünüyorum. o büyük "kabuk" organizasyondan sonra ortaya çıkan keman konçertosunun yarattığı ruhanilik o kadar uçucu bir şey ki insanın gözleri doluyor. bütün o aklın gücü diyebileceğimiz mimari, akustik, icradaki o matematik… ama ortaya çıkan seslerin anlatısı uçucu, o kadar çaresizce tek başınasın ki o uçuculuğu anlamlandırma çabasında.